ARAŞTIRMAYAN GERÇEĞE ULAŞAMAZ

ARAŞTIRMAYAN GERÇEĞE ULAŞAMAZ
Tarihi çalışma yapanlar, farklı tarzlarda yazanlar gibi istediği kurguyu yapamıyorlar. Tarihe ve topluma karşı bir sorumluluk da yüklendikleri için; yazarın gerçeğe sadık kalması ve ciddi bir araştırma yapması gerekiyor.

Tarihi çalışma yapanlar, farklı tarzlarda yazanlar gibi istediği kurguyu yapamıyorlar. Tarihe ve topluma karşı bir sorumluluk da yüklendikleri için; yazarın gerçeğe sadık kalması ve ciddi bir araştırma yapması gerekiyor. Bu alanda birçok çalışası olan romancı yazar Sayın Metin Aktaş’la siz değerli Tigris Haber okuyucuları için bir söyleşi gerçekleştirdik.

Röportaj: Mümin Ağcakaya

Metin Bey Merhabalar; Tigris Haber Gazetesi olarak okuyucularımız sizi tanımak isterse, Metin Aktaş’ı nasıl anlatırsınız?

1994’e kadar Dersim Ovacık’ın bir köyünde doğdum.   Köyümüzde okul olmadığı için, halamın yanına giderek onun kaldığı köyde okudum. Orada yatılı lise okul sınavını kazandım. Tunceli Yatılı Lisesinde üç yıl okudum. Buradan, Hakkâri Lisesine sürgün edildim. Hakkâri’de okurken; ilk kez yerel Halkın Gazetesinde yazmaya başladım. Burada kişilerle çeşitli söyleşiler yapıyordum. Bu yazılarımdan dolayı, İzmir yatılı Urla lisesine sürdüler. Ancak bu okul çok berbat bir yerdi. Oraya benden önce giden arkadaşlardan birini bıçaklamışlardı. Dolayısıyla ölümden dönmüştü. Okulu bitiremeden öğrenim hayatımı bitirdim. Sonra köyüme yerleştim. Evlendim. 1994’de köyler yakılıp boşaltılınca, bizim köy de bundan nasibini alınca; Elazığ’a yerleştim. Şimdi orada yaşıyorum. İlk romanım 1986 yılında çıktı. Elazığ’a yerleştikten sonra bir sürü işlerde çalıştım. 2006’da Ermeni tehcirini anlatan Harput’taki Hayalet romanım çıktıktan; kısa bir süre sonra hem evim hem de evimin yanında açtığım küçük bakkal dükkânım faili meçhul bir şekilde yakıldı. Yeniden bir yıkıma uğradım. Sürekli yazımla uğraştım. Bugüne kadar yayınlanmış 15’e yakın romanım var. Romanlarımda genellikle toplumun alt kesimlerinde yer alan yoksul insanların hayatlarını yazmaya çalıştım. Büyük haksızlıklara, trajedilere uğramış insanların hayatlarını anlatmaya çalıştım. Bu benim siyasal nedenlerle yaptığım bir tercih değildi; bu tamamen yaşamsal nedenlerle yaptığım bir tercihti. Nedeni şudur; benim çocukluk yıllarımda köyümüzde içlerinde iki ninem de olmak üzere; 42 dul kadın vardı. Bu kadınların hepsinin eşleri, kardeşleri, çocukları Dersim 1937- 38’de öldürülmüştü. Bizim çocukluğumuz nerdeyse Şin Şivan içinde geçti. Kadınlar evde otururken ya çocuğu için ya kocası için ağlıyorlardı. Dolayısıyla bu insanların ağıtları beni o kadar etkiledi ki; bir yaşam boyu aslında bunları hiç anlatmak istemiyordum. Ama sonuçta dönüp dolaşıp aynı şeyleri anlatmak zorunda kalıyoruz. Yani bu toplumsal trajediler sadece yaşayan insanları etkilemiyor. Onlardan sonra gelen kuşakları da derinden etkiliyor. İşte ben de bu trajedinin mağduruyum diyebilirim. Aslında bazen sevgiyi mutluluğu, daha güzel şeyleri anlatmak istiyorum ama çocukluğumda yaşadığım bu tür şeyler beni etkiliyor. Kısaca hayatımı bu şekilde ifade edebilirim.

Şöyle bir soru sormak istiyorum. Tarihi roman yazıyorsunuz. Diğer romancılardan ayıran, farklı bir çalışma gerektiriyor. Bu nasıl bir sorumluluk yüklüyor?

Türkiye de tarihsel roman yazan birkaç romancıdan biriyim diyebilirim. Mesala Son Derviş Romanım çıktı. Bir alevi olarak, Saidi Kürdini hayatını anlattım. Hayatıyla birlikte; bu topraklarda Anadolu’da yaşayan kavimlerin 150 yıllık yaşam serüvenine de değindim. Acılarını sevgilerini de anlattım.

Tarihi romanları, tarihi şahsiyetleri yazarken, bazı roman yazım tarzlarında olduğu gibi kafadan hayali, kurgu kuramazsın, ciddi araştırmalar yapmak gerekir. Saidi Kürdinin hayatını anlatırken onu tutanlar onu çok abartarak anlatıyorlar. Örneğin; Medresede okurken eski dönemlerde yiyecekleri bulundukları yerlerdeki insanlardan temin ediyorlardı. Ya da yaşamsal ihtiyaçlarını çevredeki insanlar karşılıyordu. Herkes gaz almaya giderken, sıra Said Kürdi’ye geldiğinde o hemen gidip dönüyor. Sen ne çabuk döndün diyorlar. Orada biri; o gaz almaya gitmediğini çeşmeye su almaya gittiğini, dönüşte doldurduğunun gaz olduğunu anlatıyor. Yani; su doldurdu sonra bu gaz oldu. Ben böylesi anlatımları değil; gerçek yaşamını yazmak istedim. Onun da bir insan olduğunu; acısını, sevincini, üzüntüsünü, bir insan olarak yaptığı hataları, yanılgılarını, uğradığı hayal kırıklıklarını yazmayı daha doğru buluyorum. Objektif bakmaya çalışırım. Tarihsel romanları yazarken böyleyim.

Şeyh Sait efendiyi Nişancı romanımda anlattım. İslam’ın ilmi dönemini anlatan; Türkiye de üzerinde en iyi çalışma yapılarak yazılan bir romandır.

Rüzgâr Ateş Gibi Yakıyordu romanı için altı yıl sabit, on yıla yakın bir çalışma yaptım. İslam’ın hem Sünni ulemalarının hem Şia ulemalarının çalışmalarını dikkate aldım. Yalan olarak üretilenin tarihin arkasındaki gerçeği anlatmaya çalıştım. Ne kadar anlattığıma ben karar veremem. Buna okuyucu karar verecek.

Nasıl bir yazarsınız?

Ülkemizde bazı gerçeklikler çok çarpıtıldı. Tabu haline getirilen bazı olayların arkasındaki gerçeği arayıp bulmak o kadar kolay değil. Adeta yalandan dünyalar yaratılıyor. Topluma kabul ettirmeye çalışılan, meşru görülen bu değerlendirme ve yaklaşımlar gerçeği ne kadar yansıtıyor. Yansıtılanın arkasındaki gerçek nedir? Bunu araştırmaya çalışan, bunu merak eden, bunu yazmaya çalışan bir yazarım.

Böyle bir roman yazarken romandaki kişileri, kahramanları, tarihi kişilikleri nasıl buluyorsun? Burada size ışık yakan ne oluyor? Bu tarzı oluştururken sizi daha çok ne etkiliyor? Kahramanlarınızı seçerken neye dikkat ediyorsunuz?

Şeyh Said Efendinin hayatını anlattığım Nişancı romanı çok beğenildi. Burada; Şeyh Said Efendinin hayatını anlatırken; onu öldürmeye giden bir alevi gençle, dostluğunu anlatan bir roman. Bunu niye anlattım. Ben çocukluğumdan beri meraklıydım. Elazığ’a yerleştiğim zaman sokakda gezerken Şeyh Said’in adını söyleyemezdin. Sokakta karşılaştığın birine; bu memleketin önemli üç şahsiyetinin ismini söyle dediğinizde; mesleği veya kökeni ne olursa olsun Şeyh Said’in ismini söylemektedir.  Mevki makamı olan insanların çoğu hatırlanmazken Şeyh Said Efendinin adının geçmesi dikkatimi çekmişti.

 Elazığ’da Şeyh Said’in adını söylemek bile suç. Ama bu şahıs nasıl toplumun derinliklerinde bu kadar yer edinmiş. Üstelik yasaklanmasına rağmen, sokakta insanların aklından çıkmıyor. Bu toplumda bir yeri var. Bugün ailesinden bazıları ben Şeyh Saidin torunuyum diyerek; her hangi bir partide yer alıyor ve milletvekili oluyor. Yasaklar toplumdan saklanıyor ve topluma farklı anlatılıyor.

 Bu olayların kaynaklarına nasıl ulaşıyorsun ve elde ettiğin sonuçları nasıl değerlendiriyorsun?

Araştırmalar iki şekilde oluyor. Yazılı kaynaklar varsa lehte ve aleyhte olanları ele alıyorsun. Birinci ağızlar genelde yaşamadığı için onlardan dinleyen ikinci veya üçüncü şahısların anlattıklarını, yazılı kaynaklarda bulamayacağın ayrıntıları dinleyerek olayın gerçeğini yakalamaya çalışıyorum. Bu çalışmaları yaparken her hangi bir siyasal tercihim yoktur. Kesinlikle şunu kanıtlayayım diye bir amacım yoktur. Tamamen olayın gerçekliğini ortaya çıkarmaya yöneliktir.

Toplumun bildiği bazı gerçeklerin gerçekte yaşanan olaylarla bire bir örtüşmediğini, yanlış bildiklerini söylemek istiyorsunuz. İşin arkan planı, bilmemiz gereken budur diye sunuyorsunuz? Gerçekler budur derken ne tür zorluklarla karşılaşıyorsunuz?

Toplum alışkanlıklarına çok bağlıdır. Bu kültürel olabilir, dinsel olabilir.  Herkes kendi gerçekleriyle baş başa kalmak istiyor. Gerçeklere bağlı kalmaya çalışıyorum. Tabi bunun günlük, yasal sıkıntılarını da yaşıyorum. En basit Dersimde köyüm ve evimiz yakıldı. Elazığ’da evim ve dükkânım yakıldı. Toplumsal sıkıntılardır. Herkes gibi gerçek budur diye sunulana inansaydım, bu çalışmalarımdan dolayı belki ödüllendirilecektim. Ekonomik yaşantım düzelecekti. Ama ben doğru bildiklerimi yapıyorum.

Son Derviş üzerine tartışmalar çok oldu. Bu tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Son Derviş yayınlandığı zaman en çok satan romanım oldu.  Nurcular başlangıçta ilgi gösterdiler. Nurcu camia kitabımı okumaya başladı. Sonra yayın organlarında farklı yaklaşmaya başladılar. Bu kitap bizim Saidi Nursi’yi anlatmıyor dediler. Kendi kitapevlerinde satışını yasakladılar. Politize olmamışsa bu kitabı beğenen ve iyi yazılmış olduğunu belirten çok kişi oldu. Kitap da Saidi Kürdiyi anlatan birçok ayrıntıya yer verdim.

O ekoldeki insanlar; Saidin Nursi’nin Kürt olduğunu kabul etmiyorlar. Kürt olabilir, Arap olabilir. İnsanlar siyasal tercihlerini yapabilirler. Ama nerede doğacağına, anne ve babasının kim olacağına karar veremiyorsun. Bu insanın elinde değil.  Buna saygı duymak gerekir.

Dersim’lisiniz. Elazığ’da yaşıyorsunuz. Kürt gerçekliği üzerine yazıyorsunuz. Tabu olan konulara el atıyorsunuz. Elazığ’ın politik yapısı ise biliniyor. Bunun zorlukları oluyor mu? Nasıl yaşıyorsunuz?

Tabi ki yaşıyorum. PEN üyesi bir yazarım. Üretiyorum. Şimdiye kadar herhangi kültürel etkinliğe çağrılmadım. Alevi kimliğimden, siyasal kimliğimden dolayı Bu şehirde yaşayan bir yazar olarak. Harput’daki Hayalet, şehri anlatan güzel bir kitap. İnsanlar, Harput’u görmeye geldiği zaman, Harput’ta neler vardı, hangi medreseler, kiliseler vardı. Harput çarşısı gibi şehrin hakkında yazılan önemli bir kaynak. Şehrin tanıtımı açısından değerlendirilebilirdi.

Geçmiş kültüre ve tarihe yolculuk yapmak isteyen biri olursa ilgisi varsa bu tip kitaplar onlar için iyi bir rehberdir. Sizin kitaplarınız da geçmişe değinmeler yapıyor. Okuyucularınıza ne önerirsiniz.

Bize birileri bazı şeyleri gerçekmiş gibi hep yediriyor. Önce bize bazı şeyleri gerçek olduklarını kabul ettirdiler. Sonra da onu bize inandırmaya mahkûm ettiler. Bunu çok çeşitli biçimlerde yaptılar. Mahalle baskısıyla yaptılar. Zihinsel olarak yaptılar. Okuyucudan şunu isterim; bildiklerimizde bir yanılma payının olacağını bu yüzden sorgulayarak, araştırarak sonuca gitmek gerektiğini isterim. Görünenin, gerçek olarak sunulanın ötesine bakılabildiğinde o zaman birey ve toplum gelişebilir, ilerleyebilir, mutlu yaşayabilir ve özgür olabilir. Aksi halde insanların siyasal-sosyal, kültürel tercihi ne olursa olsun; bir mürid olmaktan öteye gidemez. Bu müritlik bir tarikat üyeliği anlamında değildir. Yani musalla taşına yatırılmış bir ölü kadar itaat etmek gibi bir mantıktan söz ediyorum. Hangi tarafta olunursa olsun araştırarak karar vermek gerekir. Hayat çok zengindir. Çünkü hayatın tek bir çözümü yoktur. Hayatın bize dayattığı sorunların binlerce çözümü vardır. Önemli olan sorgulayan birey olabilirsek, her şeyi aşabiliriz. Özgür oluruz. Bu bilince sahip olduğumuz zaman bir arada yaşamayı öğrenebiliriz. Çünkü yaşanan sıkıntıların kaynağı teolojik-teorik kökenden geliyor.  Nasıl yiyeceğimiz, sofraya nasıl oturacağımız, günde kaç kez yiyeceğimiz bir alışkanlıktır. Bu alışkanlıklar zaman ve mekâna göre değişebilir.   İnsanların üretim içinde edindiği alışkanlıklardır. Bunlar yenilenebilir, değişebilir.  Şimdi iyi olan bir başka zamanda kötü olabilir. Geçmişin teoloji- teorik yaklaşımıyla; bugünün sorunlarını çözmeye kalktığımızda sorunların ortaya çıkması kaçınılmazdır.

 Diyarbakır’daki okuyucularıma şunu söylemek istiyorum. Sorgulayın, araştırın, inceleyin. Yanlış bulduğunuz zaman yanlış deme cesaretini gösterin. Dogmatik ve mürid olmayın. Ancak bu şekilde yenilenebiliriz. 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.