Müslüm Üzülmez

Müslüm Üzülmez

Fazla Kitap Göz Çıkarmaz, Ama…

Fazla Kitap Göz Çıkarmaz, Ama…

“Körün gözünde görme kuvveti olmaz.” -Ferîdüddîn Attâr (Esrârnâme, s.146.)

Yerel tarihle ilgilendiğimi bilen kitapevi sahibi bir arkadaşım; “İstanbul’dan Bağdat’a Mektuplarla Bir Anadolu ve Ortadoğu Seyahati 1892” isminde bir kitabın çıktığını, çalışmalarımda faydalanabileceğimi; kitapta Maden, Ergani, Diyarbakır hakkında da bilgiler bulunduğunu ama kendisinin kitabı görmediğini bildirmesinin ardından, incelemeden, internetten sipariş verip kitabı aldım.

Evliya Çelebi hariç Osmanlı dönemi seyyahları pek bilinmiyor günümüzde. Bildiğim kadarıyla da zaten sayıları pek fazla değil. Bu nedenle Müslüman bir Osmanlının 1892 yılında İstanbul’dan Bağdat’a yaptığı seyahatle ilgili gözlemlerini merak ederek hevesle kitabı okumaya başladım, ama okumaya başlamamla birlikte hayal kırıklığı yaşadım: Anlatılanlarda dişe dokunur bir şey bulamadım.

1800’li yıllarda Batılı diplomatlar, askeri yetkililer, casuslar, bilim insanları, gazeteciler, yazarlar, misyonerler Anadolu’yu, Mezopotamya’yı, Kürdistan’ı, Arabistan’ı, daha doğrusu Osmanlı İmparatorluğu sınırları dâhilinde bulunan yerleri adım adım gezmektedir. Bunlar gittikleri yerlerin etnik yapısını, inançlarını, yaşama biçimlerini, ekonomik durumlarını, sorunlarını, insanların kendi aralarındaki ve başka etnik gruplarla veya inanç gruplarıyla ilişkilerini, yer altı ve yer üstü doğal kaynaklarını, Osmanlının buralardaki idari ağırlığını veya etnik/inanç gruplarının devletle ilişkilerini ayrıntılı bir şekilde gözlemleyip not ettiklerini, raporlaştırıp ilgili yerlere/makamlara sunduklarını, daha sonra da bu notların birçoğunun kitap olarak basıldığını meraklı okurlar bilir. Böylesi kitaplarla yazarı bilinmeyen Müslüman bir Osmanlı seyyahın kitabını karşılaştırınca insan hayal kırıklığı yaşıyor ister istemez.

Kitap; ismi mahfuz, yani saklanmış bir devlet görevlisi ya da gazeteci olduğu tahmin edilen biri tarafından 1892 yılında İstanbul’dan başlayıp Bağdat’a kadar kara, deniz, nehir ve demir yoluyla ve tren, gemi, kelek, araba ve at üzerinde yapılan bir seyahatte kaleme alınan ve sırasıyla Samsun, Amasya, Tokat, Sivas, Malatya, Ma‘mûretü’l-Aziz (Elazığ), Ergani Madeni, Ergani, Diyarbekir, Musul, Bağdad, Kerbelâ, Necef, Basra, Âne, Zor, Urfa, Birecik, Haleb, İskenderun, Adana, Rodos, İzmir ve Manisa’dan İstanbul’daki bir dostuna yolladığı 25 mektuptan oluşmakta. Kitabı yayına Ömer Hakan Özalp hazırlamış. (İşaret Yayınları, 2018, İstanbul, 240 sayfa.)

Kitabı baştan sona okudum. Kitap, gerçek bir seyahat sonucu yazılmış değil gibi, sanki masa başında oturulup daha önce yazılmış seyahatnamelerden bazı bilgiler alınarak ve kartpostallara bakılarak yazılmış hayal ürünü bir eser izlenimi veriyor. Seyyahın konakladığı yerlerde kendisini karşılayan ya da misafir eden şahısların isimlerini yazmayışı da bu kanıyı doğrular gibi. Kitabın takdiminde Ömer Hakan Özalp da bu konuya değinmekte, ama “mola yerleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler verilmesi, bu ihtimali ortadan kaldırmaktadır” demektedir.

Hayalli bir seyahat oluşunu bir tarafa bırakalım, önemli olan, seyahatin gerçekleştiği söylenen tarihlerde Osmanlı’da Sultan II. Abdülhamid padişahtır/halifedir ve Sultan Abdülhamid döneminde (1876–1909) Osmanlı İmparatorluğu içten içe kaynamakta ve kaynatılmaktadır. Batı tarafından Osmanlı “hasta adam” diye nitelendirilmekte ve “daha ne kadar yaşar” diye hesaplar yapılmaktadır. İçte ise Tanzimat ve Islahat Fermanı gibi reform ve yeni idari düzenlemelerin getirdiği beklentiler ve hoşnutsuzluk sürmekte, Balkanlarda sürekli toprak kaybı olmakta, Bulgarlar başta olmak üzere halklar bağımsızlıklarını kazanmakta, Ermeniler eşit vatandaşlık hakkı için çalışmakta, Özerk Kürt beyliklerinin (mir’liklerin) dağıtılmasının ardından 1891 yılından itibaren bazı Kürt aşiretlerinden oluşturulan Hamidiye Alaylarıyla Kürtlere “yeniden aşiretleşme” projesi dayatılmakta, 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşının (1877-1878) yıkıcı etkisi yaşamın her alanında kendisini hissettirmekte, vergi köylünün belini bükmektedir. Osmanlı yönetimi edindiği tecrübeler sonucu artık Balkanlardaki halklardan kendisine bir hayır gelmeyeceğini anlayınca, İmparatorluğun doğusunda yaşayan Müslümanlardan aşırı vergi ve asker toplamayı hedefler ve bunun için “Kürdistan’ın yeniden fethi”ne girişir. Göçerlerin iskâna zorlanması ve Kürtlerin asker ve vergi vermek istememesi yer yer isyanların çıkmasına neden olur. İsyanlar örgütsüz ve Kürt ulusal bilincinden yoksun oluşundan dolayı çok kolay bastırılır, ama asayiş ve güvenlik sorunu yaşanır. Kimsenin mal ve can güvenliği bulunmamakta, her tarafta asker kaçakları, eşkıyalar yol keser, yağma yapar ve devletin tüm

kademelerinde rüşvet alır başını gider. Halk perişan bir vaziyettedir (Daha detaylı bilgi için Nihat Karademir’in kaleme aldığı, Nûbihar Yayınları tarafından yayımlanan “Sultan Abdülhamid ve Kürtler” kitabına bakıla bilinir).

Bunlar sanki hiç yaşanmıyormuş, yokmuş gibi, kitabı kaleme alan ismi belirsiz seyyah her uğradığı mekânı güllük gülistanlık olarak görür/gösterir. Hiçbir yerde hiçbir sorun yoktur! “Asr-ı celîl-i hazret-i şehriyârîn”, yani II. Abdulhamid’in sayesinde memleket gelişmektedir. Asayiş “ber-kemâldir”. Her gittiği yer “latif ve dil nişîndir (hoş ve gönül çekicidir)”. Her yer “latif, ruh-perver (hoş, ruh okşayıcı)” ve “ferah-fezâ (iç açıcı)”dır. Gidilen her yerin çok güzel “menâzır-ı dil rübâsı (gönül alıcı manzarası)” bulunmaktadır. Seyyah, bir gözünü tümden kapatmış diğer gözünü biraz şaşı yapmış olmasından dolayı olumsuz hiçbir şeyi görmeden ya da kendisini sıkıntıya sokacak na-hoş hiçbir şeye dokunmadan pembe bir tablo çizerek bir Osmanlı güzellemesi kaleme almış.

Seyyahın gezdiği kentlerin çoğu etnik ve inanç çeşitliliği olan yerlerdir. Seyyah, nedense mektuplarında Rumlardan, Ermenilerden, Kürtlerden, Lazlardan söz etmiyor. Kitabında Hıristiyan, Alevi, Ezidi sözcüklerine rastlanmıyor. (Hıristiyan sözcüğü sadece Haleb şehri anlatılırken nasıl olmuşsa bir kez yazılmış.) Seyyahın her gittiği yerde ahali zengin, hanlar (bitli değil) temizdir. Ve gittiği yerin büyük çoğunluğunda “ahalinin çoğu Türk ve Müslüman’dır” ya da “kısm-ı a’zamı (büyük bir kısmı) Türk’ten mürekkep”tir. Malatya, Elazığ, Maden ve Diyarbekir’e dair anlatımlarda Kürtler hakkında bilgi vermeyi bir tarafa bırakalım, metinlerde Kürt sözcüğü dahi kullanılmamaktadır. Yine aynı şekilde, çok ender olarak bazı yerlerde kiliselerden söz edilmektedir ama kiliselerin cemaatinden hiç söz edilmemektedir. Sadece ve sadece Ergani’de; “Bu ovada meskun (oturan) ahalinin kısm-ı a’zamı (büyük bir kısmı) Kürt’ten ibaret olup, maahaza (bununla birlikte), bunların hemen kâffesi de (tamamı) lisan-ı mâder-zâdları (ana-dilleri) bulunan Kürtçe’den başka Türkçe ile de tekellüm etmektedirler (konuşmaktadırlar)” denilerek Kürtlerin varlığına değinilmektedir (s.85). Birde Cizre’nin bir köyünde tanık olduğu bir Kürt düğünü anlatılmaktadır (s.98). Yine aynı şekilde, sadece Ergani’de,“Zülkifl (a.s)’nın kabri ve manastırı ziyaret” kısmında bir manastır hakkında: “Bundan sonra, buraya (Zülkifl Nebi’nin makamına –M. Üzülmez) yakın bir mesafede ve gayet sarp bir kaya üzerinde bulunan cesîm (büyük) bir manastırı da gördük. Rivayete göre, bu manastırın binası da gayet eski imiş. El-yevm (bugün) mamur bir halde olup, derûnunda (içinde) bir hayli ruhban (din adamı) ikamet etmektedirler” denilerek azıcık kilise hakkında bilgi verilmekte, ama Ermeni sözcüğü telaffuz edilmemektedir (s.85). Maden anlatılırken de bakır madeninde çalışanların çoğunun Rum ve Zaza işçiler olduğuna hiç değinilmeden “bakırın elde ediliş ve imal şekli” anlatılmaktadır. Bu anlatımda da Erganimadeni’nden çıkarılan cevherlerin imalinde imtiyaz sahibinin Mösyö Toboyni ile Mösyö Oleçiyo olduğu yazılmamaktadır (Bu konuda Osmanlı Arşiv belgeleri için Lütfi Ergane’nin hazırlamış olduğu Sancak’tan Vilayet’e /1876-1926 MADEN kitabına bakıla bilinir. s.78).

Hâsıl-ı kelâm, “İstanbul’dan Bağdat’a Mektuplarla Bir Anadolu ve Ortadoğu Seyahati 1892” kitabında yer alan anlatımlarda dönemin gerçekleri görmemezlikten geliniyor ve böyle olunca da Batılı seyyahların yazdıklarıyla karşılaştırınca yazılanlar değerde çok hafif kalıyor. Fazla kitap göz çıkarmaz, ama seyahat türünde yazılan kitapların her şeyden önce gerçek gözlemlere dayanması, gezilen yerlerin ruhunu yansıtması, hayal ürünü olmaması ve okuyucuya bir şeyler vermesi gerekir.

Güneş aydınlığında bahar esintili bol kitaplı günler. Saygılar.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Müslüm Üzülmez Arşivi
SON YAZILAR