GELECEĞE ANCAK KADIN BAKIŞIYLA TAŞINABİLİRİZ

GELECEĞE ANCAK KADIN BAKIŞIYLA TAŞINABİLİRİZ
Uluslararası PEN yönetiminde yer alan ve aynı zamanda İngiltere ve Türkiye PEN üyesi olan Burhan Sönmez’le ilginizi çekecek, akıcı bir söyleşi gerçekleştirdik.

Tigris Haber- Haymanada doğan Burhan Sönmez, bir süre avukatlık yaptı, çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Yazdığı romanlar yurt içi ve dışında; birçok ödüle layık görüldü. Romanları otuz beş dile çevrildi. 

Romanlarınızda güçlü kadın karakterlere yer veriyorsunuz. Bu durum pek alışılmış değil. Çünkü erkek yazarlar da güçlü kadın karakterlere rastlamak genelde çok zor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Kuzey ve Masumlardan sonra, bu konuyla ilgili yazılarda yazıldı. Bir gazeteci arkadaşım bana seni tanımasaydım; senin kadın olduğunu ve takma isim kullandığını düşünecektim dedi. Bu doğrudan hayat felsefemizle ilgili bir şey değildir. Kadınları haklı gören ilerici, hafif feminist diyelim bir fikre sahip olabilirim. Ama bunu her zaman bilinçli olarak romanınıza yediremezsiniz.  Bunun hayatla da bir bağı var. Doğduğum, büyüdüğüm yerle de ilgili bir şey. Özellikle ikinci romanım Masumların biraz otobiyografik yanları da var. Elli haneli küçük bir köyde doğdum. Köyümüze elektrik geldiğinde 14 yaşındaydım. Türkçeyi ilkokulda öğrendim. Ama orada hep şunu görüyordum; erkeklerde çalışıyor ama hayatın bütün yükü kadınların sırtında. Belki bunu herkes böyle görmüyordu. Ama ben böyle görüyordum, böyle düşünüyordum. Hem kendi aile içinde hem de köy etrafında. Ondan sonra liseden itibaren, lisedeki çevremden de hatırlıyorum. Ben hep pro kadın diyelim, kadın taraftarı öğrenci olarak biliniyordum. Bir tür sindirilmiş, içselleştirilmiş bir şey eşitlik düşüncesiyle ilgili bir şey. Şimdi tam hatırlamıyorum; Gandi mi veya Aragon mu, şöyle diyordu: ‘Dünyamız ikiye ayrılır, yarısı kadın yarısı erkektir. Ama kadınlar dünyanın daha iyi olan yarısını temsil eder.’ Diyor. Bunu hissetmemiz gerektiğini düşünüyorum. On bin yıllık verdiğimiz ezadan sonra, kadınlara on bin yıldır dünyayı zindan ettik. Bu vefa borcumuzu ödeme zamanı geldi bence. En azından edebiyatla bunu yapalım.

35ca5404-10af-4674-a0b0-106b67e62716.jpg

İNSANLIĞIN GELECEĞİ İÇİN KADIN BAKIŞINA İHTİYAÇ VAR

Kuzeyde insanlığın kurtuluşu kadınlara bağlanıyor. Çok güçlü kadın karakterleriniz var. Kurtuluşu kadınlara bağlamayı çok erkeğin yapmadığı bir şey?

Erkekler olarak yapmıyoruz. Çünkü erkekler olarak hala akıllanmadık. İnsanlık tarihinin bilinen yaklaşık on bin yıllık çizgisine baktığımızda on bin yıllık bir erkek egemenliği, erkek tarihi söz konusu. Ama tümüyle başarısızlıkla sonuçlanmış, insan ruhunu yok eden, onu sıradanlaştıran bir sonca varmışız. Kalkıp da bazı teknolojik buluşları gerekçe gösterip insanlığın moral olarak çok ilerlediğini iddia edemezsin hele bir romancıya karşı bunu iddia etmek hiç inandırıcı olmaz. Bence artık kadınların çağı gelmeli, zaten geldi kadınlar bunu iki yüzyıldır deklare ettiler. Dünyanın her yanında kendi seslerini yükseltiyorlar. Kendi haklarını elde ediyorlar. En önemlisi kendi dilleriyle, kendi hikâyelerini anlatıp kendi kitaplarını yazıyorlar. Ben bunun olumlu ve iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Sadece şunun için değil kadın erkek eşit olacak diye değil. Gerçekten insanlığın geleceği bir erkek bakışından ziyade bir kadın bakışına, doğayla daha iç içe, başkalarını daha çok gözeten, sadece kendisini değil hayatın öte yanlarını da önemseyen bir dünya varlığı olarak insan var olacaksa kadın bunun geçmişte nasıl yaratıcısı olmuşsa bugün tekrar o biz taşımalı diye düşünüyorum. İnsanlığın geleceğinin başka türlü bir alternatifinin olduğunu düşünmüyorum.

ANNEM KÖYÜN EN İYİ DENGBEJİYDİ

Yazma serüveniniz nasıl başladı?

Belirgin bir hikâyem var. Otuzlu yaşların sonlarına doğru sağlık sorunları nedeniyle meslek hayatımı bıraktım. Avukatlığı bıraktım. Yurt dışına gittim. Orada yaşarken bir yandan tedavi görüyordum, bir yandan evde oturup hikâyeler yazıyordum. Tümüyle romana yönelmem, tümüyle kendimi yazıya vermem o dönemde başladı.

Romanlarınızda kahramanlarınızın ağzından bir hikâye anlatıcılığı var. Bunda annenizin annesine atfen anlattığı hikâyelerin, efsanelerin etkisi ne ölçüde var?

Tam nedenini bilemem, belki beynin çalışma yapısıyla, okuduğumuz edebiyatla ilgili olabilir. Yaşar Kemal romanlarıyla büyüdük, Marguez’i sevdik, Borges’i okuduk, birçok klasik kitap okuduk. Ama beklide en önemli etken; annemin köyün en iyi dengbeji olmasıdır. Bizim köyün en iyi masal anlatıcısıdır. Seksen küsur yaşındadır ve hala da;  o eski Kürt masal ve efsanelerini baştan sona anlatır. Hepimiz belki onun etrafında büyüdük, beş on yirmi çocuk, yeğen, torun vs. Herkes aynı ilhamı adlımı bilemem. Ama belli ki, ben hep o ilhamı kendi içimde taşıyarak, tabii ki birazda kendi dilime taşıyarak var oldum. Biraz şöyle bir şeyin de katkısı olduğunu düşünüyorum. Kürtçe büyüyüp sonra Türkçeye geçen insanlar için bu bir dezavantaj gibi görülür ama aynı zamanda bir avantajdır.  Çünkü bir dilde yazıyorken iki dilde yazıyorsundur. Çünkü bilinciniz iki dilde çalışıyor. Bu yüzden ben ne zaman Türkçe bir cümle kursam, metinlerimde bilirim ki; orda iki dil var. Ve o iki dilin harmanlanması belki böyle bir sonuç ortaya çıkarıyor.

dsc06667.jpg

Yazmak üzerine ne söylemek istersiniz?

Klasik bir şeydir. Üniversite öğrencisiyken yazıyordum. Bir gün kitap fuarında imza gününde; şair A.Kadir’e gidip kendisine bu soruyu sordum. Ben şiir yazıyorum. Bana ne önerirsiniz? Söylediği şey çok basitti ve hoşuma gitti. Bana farklı türde şairler oku dedi. Hep birbirine benzeyen sevgili şairleri değil. Onun dışında değişik şeyleri, tarzlar kullanan şairleri oku öğren dedi. Benzer şeyi bugün biz de tekrar edebiliriz. Roman yazmak istiyorsanız; en iyi şey roman oku demenin ötesinde, farklı türden romanlar, farklı coğrafyalardan, farklı dönemlerden romanlar okumak ve birde romanlar üzerine metinler okumak. Böylece belki Balzac’ı belki farklı gözle, Tanpınar’ı farklı bir açıdan anlama görme imkânı elde ederiz.

Romanların kendi alanı dışına çıkarak başka konulara da el attığı görülüyor?

Günümüzde romanlar sadece hikâye anlatmıyorlar. Aynı zamanda hikâyenin, edebiyatın dışındaki alanların da sözcüklerini oraların kaygılarını içine alıp hep beraber yansıyor. Romanın içinde artık müziğin sorunları, romanın içinde sosyolojinin,  psikolojinin ve felsefenin sorunlarının da ele alındığını görüyoruz. Özellikle son dönem romanlarda bu tür olgularla karşılaşmak normalleşti. Bu bir tür romanın sürekli değişen, büyüyen ve her şeyi içine alıp soğuran, olumlu niteliğini de gösteren bir şey. Ben de kendi kitaplarımda yer yer bu tür eğilimlere gönül veriyorum. Bu tabii ki her zaman her yerde başvurduğumuz bir şey değil. Romanın temposuna, konusuna,  karakterine göre ihtiyaç duyuldukça öne çıkan bir şey. Buradaki amaç kendi fikrimizi oradaki roman karakterine yedirmek değil. Oraya birkaç keskin ideolojik ya da sosyal meselelerle ilgili bazı fikirleri aktarmak değil. Esas olan o sözün kendi ağırlığını arttırmak. O da bir imgedir, belki metafordur, belki çıplak sıfatsız bir söyleyiştir. Böylece bir kelimenin, bir sözcüğün ya da oradaki bir sayfanın kendi ağırlığı arttıkça, gücü de çoğalmış olacaktır. O zaman kelimeleri keskinleştirmek için, onları gereksiz yere sivriltip, okurun gözüne ya da işte başkalarının gözüne sokmaya gerek duymayız.

masumlar.jpg

İNSANLARIN ORTAK YANLARI FARKLILIKLARINDAN DAHA FAZLA

Yurt dışında duyduğunuz hikâyelerle yazdıklarınız arasında bir bağ kurdunuz mu?

Yurt dışında kaldığım sürede vardığım nokta şu oldu. Biz ve ötekileri, biz ve başkaları diye bir şey yok. Hepimiz aynıyız aslında. Birbirimize çok benziyoruz. Dertlerimiz, hikâyelerimiz korkularımız o kadar aynı ki, mesala şöyle bir şey dikkatimi çekmişti;  Masumlar romanımda birçok yere söyleşiye gittim. Birisi memleketim Haymana’da bir liseye gitmiştim. Orada öğrenciler sorular sormuşlardı. Daha sonra İtalya’nın bir kentinde bir liseye, Masumların çevrisi üstüne bir söyleşiye gitmiştim.  İtalya’daki liselilerin sorduğu bazı sorularla, Haymana’daki liselilerin sorduğu sorular arasında ne kadar benzerlik olduğunu fark ettim. Bu durum, benim için gerçekten bir tür dönüm noktası oldu. Aynı fikirlere sahibiz. Aynı duygulara sahibiz. Geldiğimiz kültürel arka plan biraz farklı olabilir ama bunu da fazla abartmamak lazım. Edebiyat dediğimiz şey, daha doğrusu insan dediğimiz şeyin ortak yanları farklılıklarından daha fazla. Yurt dışındayken gerek kaldığım İngiltere’de, gerek gittiğim başka ülkelerde hem oranın yerlileri, hem de dünyanın başka yerlerinden gelen, benim gibi yabancı insanlarla çok fazla mesai kurma imkânı buldum. Herkesin hikâyesinde bir şeyler duydum. Bazen duyduğumda sanki kendi köy hikâyelerimmiş gibi, bazen dinlediğimde sanki İstanbul’da başımdan geçen bir şeymiş gibi hissettim. Aynı şeyi benim yazdığım hikâyeleri romanları okuduklarında onlarında sanki bizim oraları anlatmışsın gibi diyorlar. Bu yüzden ben farklılıklara vurgu yapmaktan ziyade, ortak yanları öne çıkaran bir duyguya kaydım bugün. En azından benim geldiğim nokta bu.

labirent.jpg

Belleğin boşa çıkarılıp resmi belleğin yerine geçirilmesi, buna uygun olarak resmi söylemin bir hınç ve zafer duygusu yaratması kişileri edilgen hale getirir, bu da kişiliği gelişmemiş bir topluma doğru bir sonuç ortaya çıkarıyor. Kendine hayran, ama daraltılmış toplum. Bu konuda ne demek istersiniz? Globalleşen bir sistem içerisinde bizi nereye götürür?

Ulusların, uluslaşma süreçlerinin daima böyle bir karakteri vardır. Ulusun, ülküsüne gelecek beklentisine uygun bir tarih yaratılmaya çalışılır. Tarihe bakılırken de ders çıkarmak değil, sadece oradan bazı zafer noktaları üretilmeye özellikle çaba gösterilir. Oysa bir ulusun bir toplumun, bir milletin gerçekten kendisini iyileştirebilmesi;  gelecekteki kötülüklerden koruyabilmesinin tek yolu, geçmişten ders çıkarabilmesidir diyoruz. Geçmişten ders çıkarmayı iktidarlar genellikle şöyle anlarlar; geçmişe övünülecek hangi noktaları çıkarabiliriz diye bakıyorlar. Oysa biz geçmişte ne tür hatalar yaptık, ne tür acılar çektik ve ne tür acılar çektirdik, kime ne tür kötülük ettik. Tamam, bize kötülük etti ama bizde etmişiz. Bunları düşünerek eğer tarihe bakmıyorsanız; o zaman oradaki tarih anlayışı bir tür narsizme götürür toplumu. Bu da sonuçta narsist partiler, narsist topluluklar, narsist liderler yaratır ki, dünyanın her tarafında buna tanık oluyoruz. İçinde bulunduğumuz küresel kaosun ve küresel mutsuzluğun baş nedenlerinden biri de budur.

BELLEK ZAYIFLIĞI BÜTÜN TOPLUMLARIN SORUNU

Ama bir bellek zayıflığı da söz konusu? Çünkü ders çıkarmıyoruz?

Bu sanıyorum bütün toplumların bir sorunu. Çünkü her yerde zihin bir tür abluka altında işliyor. İnsanlara çok sınırlı alternatifler verilir, insanların düşünme çerçeveleri belli bir tutulur. Toplumların tepkileri olsa da o tepkiler bir dönem karşılık bulur ama sonra orda eleştirilen şeyler tekrar gündeme getirilir. Nasılsa toplumlar bunu hatırlamazlar derler. Fakat hatırlamaları durumunda da onlara engel olamazlar. Çünkü bir toplumun hatırlaması demek; eylemli davranabilmesi demektir. Hepimiz geçmişte yapılan bir kötülüğü hatırlıyoruz. Bugün onun hatırlamasını hoş da karşılamayız. Ama ona karşı aktif bir şey yapabiliyor muyuz? İşte bu her zaman mümkün olmadığı için iktidarın kötülüğü de oradan besleniyor. Toplum sürekli aktif değil, sürekli örgütlü değil ve sürekli tavır almıyor.

İstanbul İstanbul’da bir hücrede kalan dört kişinin hikâyelerini anlatıyorsunuz. Geçmişte Magosa, 60’larda Yassıada, yetmişlerde, seksenlerde bilinen cezaevleri.  Niye her dönem böyle kendini kötü uygulamalarla unutturmuyor? Niye illa bir cezaevi sürece damgasını vuruyor?

İki yüzyıldır böyle 1980’lerde başlamış, Osmanlının son yüzyılında başlamış, iktidarı eleştirenler hapse atılmış. Ya öldürülmüş ya da sürgüne gönderilmiş. Bizim gibi ülkelerde edebiyatta bir tür hapishanelerde yeşerir. Edebiyatçılar önce orada stajını yapar. Daha sonra kendi rüştlerini ispat ederler. Bunun nedeni biz değiliz. Bunun nedeni tümüyle toplumları yönetmek için baskıdan başka araç bulamayan iktidarlardadır. Belli ki iktidarlar toplumu yönetmek için toplumların rızasını alamıyor, toplumları mutlu edemiyorlar. Onlara gerçek ihtiyaçlarını veremiyorlar. Onların taleplerini bastırmak içinde cezaevlerine başvuruyorlar.

 SIKIŞMIŞ HAYAT İÇİNDE ARTIK AŞK VE EVLİLİK KALMAMIŞ GİBİ

Aşkı bize unutturdular diyorsunuz? Yeniden hatırlamak için ne yapmak gerekiyor?

Belki birçok şey yapmak gerekir hep beraber ama bireysel olarak ilk yapmam gereken şey bir insan olduğumuzu düşünmek ve yanımızda bizim gibi gerçekten iyi olan ve elinden tutmamızı bekleyen insanların olduğunu görmek.

Aşk deyince sadece karşı cinsi mi yoksa daha geniş bir çerçevede mi ele almak gerekir?

Bence ikisi de. Ne karşı karşıya getirelim ne de karıştıralım. Bir sevgili aşkı başka şeydir. Bu başlı başına bir şeydir bunu önemseyelim. Bugünkü bu sıkışmış hayat içinde artık aşk ve evlilik kalmamış gibi. Geçim sıkıntısı, hayat zorluğu, bir tür mantık ilişkisine dönüştürdü herkes gelecekte nasıl bir hayat kurarım ve kim benim iyi eşim olur diye saptayarak bu tür ilişkilere girmeye başladı. Oysa bizim burada desteklememiz ya da teşvik etmemiz gereken şey saf duygu dünyasını, o coşkuyu yeniden teşvik etmek. Edebiyat ve sanat bu açıdan önemli bir şey.

Aşkı bize unutturdularsa içimizdeki sevgi de ölüyor?

Sevginin ölümü temel olarak şurada oluyor. Politika dediğimiz şey bütün dünyada yaklaşık iki yüz iç yüz yıldır egemen. Ondan önce bildiğimiz modern siyaset diye bir şey dünya üzerinde yoktu. İmparatorluk iktidarları vardı. Feodaller vardı vs. Ama tümüyle politikleşmiş bir toplum yaratıldı. İşte devlet yönetimi, hükümetler, parlamento, bürokrasi piramit gibi yukardan aşağı hayatı tüm ağına yerleşmiş siyasi bir yapı sevgiyi ve mutluluğu tam haliyle bulmak mümkün değil.

Bu aşkı bize unutturdular belirlemenizde kurtuluşu kadınlarda görmek örtüştürdüğümüzde sevgiyi ve aşkı yeniden canlandırmayla bağlantılı olarak?

 Mutlaka çünkü erkeklik kısır bir varlıktır. Erkeğin doğurganlığı yoktur. Erkek ancak başkasını doğurtabilirse başarıya ulaşabilir. Kadın ise doğanın bir yansımasıdır. Kendisi doğurabilir, kendisi üretebilir. Bu açıdan biz eğer sevgiyi yaratacaksak toplumda kendisini üretebilen kendisini çoğaltabilen ve kendisini çoraklıktan kurtarabilen bir dinamiğe ihtiyaç duyarız. Bu işte doğadır. Toplumda kadındır. O yüzden bu sıradan ve basit bir kadın erkek eşit olsun talebinden daha öte bir şey

 Şöyle bir şey dikkatimi çekti romanlarında mitolojiyi işliyorsunuz, aynı zamanda felsefi belirlemelerde de bulunuyorsunuz. Felsefe, mitoloji ve kurgunuz iç içe işliyorsunuz. Bu zor olmuyor mu? Bunları böyle beraber ele almak vurgular daha etkili olsun diye mi?

Bu biraz düşünülerek seçilerek yapılmış bir şey değil. Buna kalemin eğilimi diyebiliriz. Kalemim hep oraya kayıyor. Bu tür böyle düşünsel yanı da ön planda olan, felsefi, psikolojik yanı da ağırlıklı dikkat çeken edebi metinler her zaman vardı. James Joyce ve Dostoyovski’den, günümüze geldiğimizde yeni kuşak pek çok yazara baktığımızda bu eğilimi görebiliriz. Ben de yazarak fark ettim ve yazdıkça gördüm. Kalemim hep bu tür şeylere ilgi duyuyor. Sadece romanda bir hikâye anlatmak değil; o hikâyeleri, oradaki karakterleri, sahneleri felsefeyle ve psikolojiyle doldurmak gibi istek doğuyor bende.

KÖYLER KENTİN BİR YANSIMASI OLDU

Şimdi globelleşmeyle birlikte mega kentler ortaya çıkıyor ve doğal olarak burada teknolojik bir şeye indirgendi. Dolayısıyla burada insanların huzur mutluluk aramaları, ama mutlu olamamaları teknik olarak bazı şeylere kavuşmuş olsalar da bu mutluluğu bulamıyorlar. Şimdi modern yaşama baktığımızda insanı çok teknikleştiriyor. Daraltıyor. Ama bunun yanında kırsaldaki yaşama bir özlemde gelişiyor. Yaşamın doğallığı ve kent yaşamının teknikliği insanı nereye sürüklüyor?

Bu kır kent karşıtlığı üç yüz yıl önce Avrupa’nın merkezinde ortaya çıkmıştı, özellikle edebiyat alanında söylüyorum. Ama sonrası bir hayal kırıklığıyla görüldü. Ben bunu İstanbul romanımda bir hikâye içinde anlatmaya çalıştım. Bugün kır kent ayrımı diye bir şey görmek mümkün değil arada bir karşıtlık görmek mümkün değil. Çünkü kır dediğimiz, köy dediğimiz yer kentin küçük birer yansıması. Kentteki ruh hallerini artık kırda da görmek söz konusudur. Bu yüzden eğer biz mutluluğu, iyiliği ya da gelişmeyi bulabileceksek; bu ya her yanda hep beraber olacak ya da hiç birinde mümkün olmayacak. Kentten kıra kaçmanın olduğunu hiç kimsenin düşündüğünü sanmıyorum. Çünkü bunu deneyen herkes kısa süre içinde görecektir.

Diyarbakır sizde nasıl bir çağrışım yapıyor?

Her çağın kendi çekim merkezleri vardır. Günümüzde Newyork bir çekim merkezidir. Bunda yüz yıl önce Paris bir çekim merkeziydi. Benim tanık olduğum 3o-40 yıllık süre içinde Diyarbakır’da benim için bir çekim merkeziydi. Şehir olarak, kültür olarak; içinde yaşayan insanlar bunu nasıl değerlendiriyorlar görüyorlar bilmiyorum. Ama benim için, dışarıdan gelen bir göz için; Diyarbakır kendi döneminin ve coğrafyasının ana çekim merkezlerinden biri olmuştur.

Tigris Haber Gazetesi olarak çok teşekkür ediyor, başarılarının devamını diliyoruz. Ağzına yüreğine sağlık.

Bende size yayın hayatınızda başarılar diliyor, teşekkür ediyorum.

Özel röportaj: Mümin Ağcakaya

 

 

 

 

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.