“Okumadan edebiyatçı olunmaz”

“Okumadan edebiyatçı olunmaz”
Basında uzun yıllar emek harcadıktan sonra edebiyat alanında üretmeye başlayan Adnan Gerger’le Diyarbakır’da tarihi bir mekânda keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Yazarlığı nasıl tercih ettiniz. Uzun yıllar gazetecilik yaptınız. Televizyon muhabirliği yaptınız. Çeşitli konularda araştırmalarda bulundunuz ve edebiyat alanına döndünüz. Bu gazetecilik ve edebiyat seyrinizi okuyucularımıza özetler misiniz?

Gazeteciliğe edebiyata olan düşkünlüğümle başladım. Gazetecilik yapabilirsem, edebiyatla daha kolay uğraşabilirim diye düşündüm. Gazeteciliğe böyle bir hevesle başladım.  1979 - 1980’li yıllarda Hürriyet gazetesiyle mesleğe ilk adımı attım.  30-35 yıl süren profesyonel gazetecilik hayatım halen devam ediyor.

Bu süreçte gazetecilikle edebiyatın farklı alanlar olduğunu daha iyi gördüm. Çünkü gazetecilik diliyle, edebiyat dili birbirinden ayrı, çok farklı bir konumdadır.  Gazetecilikten edindiğim deneyimler edebiyatçı yönümü besledi. Edebiyatçılığımın damarı, temeli farklı.  Edebiyatçılığımı besleyen şey gazetecilikten edindiğim deneyimlerdir. Gazetecilikte şöyle bir şey var; İnsan öyküleri, insanlarla ilgili haberler yaptığınızda çok kısa değiniyorsunuz insana. Habercilikte, gazetecilikte insana dokunmak yok, olayları sadece çok kısa bir şekilde ana hatlarıyla anlatıyorsunuz.  Oysa o olayların perde arkasında olup bitenler, insan hikâyeleri, çok daha farklı, çok daha geniştir. Bu anlamda edebiyata başvurmanın gerekliliğine inandım. Bir yandan gazetecilik yaparken diğer yandan da edebiyatla olan ilişkimi devam ettirdim. Notlar aldım. İnsan öyküleri, edindiğim gözlemler, dünyayı dolaştım. Her katmanda olan insanlarla olan ilişkilerim oldu. Bu bende müthiş bir şey oldu. Katmanlaştırdı, zenginleştirdi beni. Uzun bir süre edebiyata girmedim. Yirmi yıl, gazetecilik yaptığım süre boyunca edebiyat kitapları yayınladım. Araştırma kitapları yayınladım. Belgesel kitaplar yayınladım. En sonunda yaklaşık on bir sene önce yani gazeteciliğe başladıktan yirmi yıl sonra edebiyat ürünleri, yapıtları vermeye başladım. Öykü kitabı, Şiir kitabı, bütün edebiyatçıların yaptığı gibi edebiyata bir şiir kitabıyla başladım. Bir hikâyeyle başladım. Fakat kafamda hep roman yazma vardı. 2010 yılında ilk romanımı yazdım. Faili Meçhul Öfke; bu kitap 12 Eylül’ü anlatan bir kitaptı. Edebiyatta 12 Eylül’ü anlatan ilk kitaplardan bir tanesidir. ‘Bir Adı Cehennem’ kitabımda Dersim katliamını anlattım. Ondan sonra ‘Yüzsüz Hayat’ geldi. Bunda da bir kadın cinayetini ele aldım. Yine bizim coğrafyaya ait bir hikâye. Kadını namus cinayeti adı altında intihara sürükleyen bir roman, hikâyeydi. 2010 yılında başladım, asıl edebiyatçı kişiliğime. 2010’dan sonra dört yıl ara verdim. Çünkü daha iyi bir edebi metin ortaya çıkarmak istedim. Aslında ‘Ses ve Sus’ daha önce yine aldığım notlardan oluşuyordu. Son dört yılda onu romanlaştırdım.  Onunda 30 - 35 yıllık bir geçmişi var. Edebiyata girmem böyle oldu.

Bu coğrafya çok hengâmeli ya da şöyle söyleyeyim çok kaotik bir coğrafya, dolayısıyla adeta burası öykü, roman için malzeme konusu çok zengin. İnsan öykülerinde birbirinden ilginç; trajediler, dramlar, kara mizahlar sıkça yaşanmaktadır. Dolayısıyla yazarlar, sanatçılar için konu sıkıntısı çekilmemektedir. Sizde yazarken okuyucuya; yaşanmış trajik öyküler üzerinden giderek mesajınızı vermek istiyorsunuz. Üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen kanaması kesilmeyen yaralara parmak basıyorsunuz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Çok güzel bir soru ve önemli bir konu. Çünkü dediğiniz gibi bu kadim coğrafya. Üzerinde dünyaya medeniyet taşıyan bir coğrafya ve üzerinde çok çeşitli uygarlıkların, kavimlerin, dinlerin, dillerin, yaşadığı bir coğrafya. Dediğimiz gibi kaotik olması aslında halkların çok acıya maruz kalması, onun yaşadığı topraklardan oluşan bir coğrafya. Şimdi ben bu coğrafyayı anlatmadan önce şunu söyleyeceğim. Sorunuzun içerisinde de bu var. Bu coğrafya da gerçekten trajedi var, mizah var. İnsanların bireysel düşünüş ve davranış biçimlerine dair geniş perspektifler var. Bir edebiyatçının aslında çok zengin bir şekilde beslendiği bu topraklar. Toplumsal boyutta, hem sosyolojik boyutta, hem ideolojik boyutta hem de bireysel boyutta üretebilecek verimli topraklar. Bu verimli toprakların başka bir boyut da trajedisi fazla olan bu toprakları anlatan bir edebiyatçı olarak, ana damar bir edebiyatçı için çok zengin. Sadece edebiyat değil, sanatın diğer dalları içinde öyle. Resim olsun, sinema olsun korkunç bir şekilde estetik yapısı olan alanlar. Çünkü insanların burada o kadim uygarlıktan, onun bileşkesinden oluştuğu için, birçok uygarlığın toplamı. Katmanlaşarak geldiği için, bütün bu sanat dallarında insanlara iyi bir şekilde damar açılıyor. Bu estetik bir yaşam damarıdır. Burada mesela feodal ilişkilerin acımasızlığı, dışarıdan görülen o vahşi yüzü bile edebiyatı besleyen bir yöndür.  Fakat burada sokaktaki insanların farkında olmadan içgüdüsel estetik bir yönü de var. Giyimi, kuşamı, davranış biçimi, ilişkileri müthiş… Dengbejlik geleneği var. Buradaki dengbej geleneği aslında bütün sanatı besleyen ana bir sanat akımı, bir koludur. Dengbejlik, sokaktaki insanın hayatını anlatan, sokaktaki insanın sesi haline gelen müthiş bir sanattır. Kürt yazarlarının beslendiği, onu aşmaya çalıştığı bir alandır. Resim de öyle, sinema da öyle. Bu nedenden dolayı bu coğrafyadan beslenen, eser üreten sanatçıların, eserlerinin çok ileriyi görmesinin nedeni, bu coğrafyanın içsel zenginliğidir. Bu coğrafyayı anlatırken, trajedilerin yoğun olduğu bu coğrafyayı da anlatacaksanız. Bu coğrafya üzerinde yaşanan olayların trajik boyutunu da ortaya koymak zorundasınız. Bunu anlatırken bir edebiyatçı olarak bunu yorumlarken, aktarırken bir mağdur edebiyatı, bir ağlak dil kullanacağımıza, bu trajedinin içindeki insanların öykülerini yazmak gerekiyor. Henüz daha yazılmadı, yazılıyor ama çok daha güzel yazılacak şeyler var. Bu toplumsal dinamikle her zaman yeni şeyler üretiliyor. Edebiyatta yeni konular üretiliyor. Bu üretim süreci gerçekten bir trajedi ama bu trajediyi bütün dile getirirken, yazarların belli bir toplumsal sorumluluk taşıdığına da inanıyorum. Bu trajedi ağlak bir dil kullanılarak anlatılmaz. Trajediye ağıt yakalım diye değil ama bu trajedinin boyutunun estetik bir dille ortaya konulması ve yazılması gerekiyor. Bu konuların daha çok yazılacağına, ilerde daha zengin bir biçimde besleneceğine, ana damar olacağına inanıyorum.

Bu coğrafyada konu çok, dolayısıyla yazar olmak da kolay. Yeter ki insanda biraz yazma yetisi olsun. Biraz yazma isteği olsun. Bunları rahat dile getirebilir. Biraz edebiyat bilgisi, estetize etmesi, burayı doğru yansıtabilmesi, çok güzel eserlerin ortaya çıkmasına da yol açar. Geçmişte çok yoğun olaylar yaşandı. Yakın ve uzak tarihimizde de öyle…  Bunların edebiyata yansıması yeterli değil, zayıf kaldığı görülüyor. Bunu nasıl yorumlamak gerekiyor? Olayların bu kadar yoğun yaşanmasına rağmen, bu kadar az kayda geçiyor?

Çok önemsediğim bir soru, bir konu. Ben ‘Ses ve Sus’da, ‘Faili Meçhul Öfke’de, ‘Bir Adı Cehennem’de, ‘Yüz Hayat’ta, bu coğrafyada yaşananları anlatmaya çalıştım. Ama bunu yazarken bir edebiyat disiplini içerisinde, bir roman dilini, estetik dilini kullanarak, bütün kuram ve kavramsal şekiller ve bütün disiplinlerden faydalanarak iyi birer edebi metine dönüştürmek gerekiyor. Bu coğrafyayı tanıyan, bu coğrafyada yaşayan insanlar dile getirebilir bunu. Yeter ki yazma yetisi olsun. Önemli olan bu toprakları anlatırken burada yaşananları çok üst düzey metinlere çıkartmak lazım. Çok iyi bir edebi metne dönüştürmek lazım ki, dünya çapında bir yere ulaşsın. Bu toprakların dünya çapında anlatılması sağlansın. Mesela bir sinemada Yılmaz Güney’in, o yeteneği olsun, Ahmede Xani olsun, Mem u Zin Mahmut Baksi'ler olsun bu anlamda bu coğrafyayı anlatırken iyi bir edebi dile, iyi bir estetik dile, iyi edebi metinlere ihtiyaç var. Bu herkesin yazmasının da ötesinde bir şey… Yeter ki insanlar istesin bu konuda çok emek harcamaları gerekiyor. Çok okumaları gerekiyor. Önemli olan bu coğrafyayı olduğu gibi anlatmak değil. Önemli olan hangi sanatı yapıyorsanız, o sanatın disiplini içerisinde yorumlamak gerekiyor. O sanatın disiplinlerini uygulamak gerekiyor. Yoksa bir anlamı kalmaz. Son derece klasik, eskiden sokaklarda satılan destanlardan öteye geçmez. Birbirini öldürten, o feodal ilişkileri anlatan destansı şeylerde kalır. Şimdi bu ‘Ses ve Sus’da bu toprakları anlatmak o kadar kolay bir şey değil. Bu toprağın sosyolojik yapısını, hatta psikolojik yapısını yazmak çok önemli. Çünkü buradaki insanlar tek bir insan değil, buradaki kültür zenginliği dil, din yapıları çok değişkenlik, farklılık özellikler gösteriyor. Durmadan değişim gösteriyor. Durmadan bir başka boyuta taşıyor. Bütün bu boyutların farkına varmak gerekiyor. Bir kere bunu ele alan kişinin entelektüel yapısının kendisini yetiştirmesi gerektiğine de inanıyorum. Ben ‘Ses ve Sus’ romanını yazarken ebetteki beslendiğim ana kaynak buradaki yaşamlar, burada olup bitenler… Gazetecilik deneyimlerimde, gözlemlerimde var. Bu kitabı yazmak için en az bu coğrafyayla ilgili 27 belge ve kitapları okudum. Çünkü bugünü anlatmak için tarihsel süreci de en azından bir ölçüde bilmemiz gerekiyor.

Bu tarihsel süreci, bu coğrafyayı bilemeyen zaten yazamaz…

Çok doğru. Söylemeye çalıştığım bu. Geçmişte aslında yaşananlar ne ise; bugün de aynı şeylerin bir benzerinin yaşandığını görüyoruz. Kendisinde de bir değişiklik gösteriyor. Zamana ayak uyduruyor. Yoksa geçmişteki acılar neyse bu gün de aynı acılar yaşanıyor. Bunu nasıl anlatacaksınız. Nasıl dile getireceksiniz. Çok bilginiz yoksa 90’ları, 2000’li yılları düşünün. 2010’lu yılları düşünün, aradaki bu süreçte bu zaman aralığında 7 - 8 yılın önemi ne diye düşünebilirsin ama bu coğrafyada bu çok önemli. Geçmişteki o bilinci taşımak için bugünle birleştirerek yarınla aşmak için bütün bu entelektüel birikimin gerekli olduğuna inanıyorum. ‘Ses ve Sus’u bitirdikten sonra, mitolojik bir dil kullandığım için, en ufak bir yanlış olmasın dedim. Çünkü bir tarihsel sorumluluğunuz var sizin. Yazar olarak bunun kaygısını taşıyorum. İyi bir metin için, tarihsel ve edebi bilinç edinmenin, bu konuda uğraş vermenin gerektiğine de inanıyorum. Bunları düşünmeden oturup bu kitabı yazayım, burayı anlatayım diye iyi ve güzel şeylerin yapılmayacağına inanıyorum.

Sıradan bir edebiyattan bahsetmiyoruz. Nitelikli bir edebiyattan bahsediyoruz. Mesela Ahmed Arif, şiirlerinde tarihin imbiğinden geçiriyor adeta sözlerini, mısralarını. Geçmişe dönük olarak bu coğrafyanın hem yapısını hem yaşamını hem de kültürlerini alıyor, süzüyor, bir imbikten geçirerek mısralara döküyor. Bu yüzden Ahmed Arif benzerlerinden farklıdır, İz bırakıyor… Edebiyatın, sanatın diğer dalları içinde aynı şey geçerlidir. Mesela bir Yılmaz Güney nasıl sinemayı,  görsel sanatı insanların beynine kazımıştır ve bölgenin yaşamını, yaşam öykülerini çok güzel yansıtabilmiştir. Edebiyatın diğer alanlarında daha nitelikli, daha evrensel boyutlara hitap edebilecek eserlerden bahsediyoruz. Önemli olan bunu ortaya çıkarabilmektir…

Şunun da altını çizmek gerekiyor. Bu yayın piyasasında bir paradoks var. Edebi metin ortaya çıkarıyorsun ama üretilen bu metinler piyasada gösterilmek istenmiyor. Egemen sistemin içindeki bir mantık, sizin üst boyuta çıkarmak istediğiniz ya da ona ters gelen metinleri, kendi rızaları doğrultusunda görmediği zaman, piyasada gösterilmek istenmiyor. Bir paradoks var. Çok iyi bir edebi metin yapıyorsun ama bu coğrafyada pek piyasada gösterilmek istenmiyor. Egemen sistem, herkes tarafından bilinmesini istemiyor. Büyük yayın evleri kendi rızaları doğrultusunda sizin yazdıklarınızı alem-i cihan olsanız, gökten zembille inseniz, kıramıyorsunuz! Nasıl kıracaksınız? Ahmed Arif örneği gibi… Bu coğrafyada kendiliğinden gürül gürül akan bir nehir, güçlü bir damar var. Olağan üstü hikâyeler akıyor. Her akışta kendini yeniliyor. Tam bir kaynak burası. Şimdi böyle bir kaynaktan tutup bir avuç su içmek başka, kana kana içmek başka. Önemli olan kaynağı herkese nasiplendirmek. Sadece bu coğrafyada yaşayan insanların değil, dünyadaki bütün insanların bu kaynaktan bu suyu içmesi için çalışmak gerekiyor. Bu yüzden korkunç bir çaba göstermek, emek harcamak lazım. Ahmed Arif de bütün engellere rağmen şu anda ülke ve dünya açısından tanınan bir şair. Kendi dayatmalarıyla bunu yaratıyor. Burayı edebi metinlerde, romanlarda, şiirlerde ve sanatın her dalında burayı öyle bir anlatmalıyız ki, bütün itirazlara rağmen, egemen sistemin dayatmalarına rağmen kendi varlığını ortaya koyabilsin. Bunu yapabilecek güçteyiz ve bunu yapmaya çalışıyoruz da. Ne kadar görmezden gelseler de her ne kadar bizi engellemeye çalışsalar da bizim beslendiğimiz bu ana damarın, bu yapının zenginliği onların başına yıkılacak.  Bizim zenginliğimiz bu. Nasıl ki bir evi inşa ederken bilinçli, planlı bir çalışma yürütüyoruz, kendimizi de böyle inşa etmeliyiz. Sürekli kendimizi aşmaya çalışalım.

Ayrıca, bölgesel gericilik, global engeller bu damarın ortaya çıkarılmasını engelliyor. Ortadoğu’da hem bölgeselleşmiş bir gericilik hem daha devletler düzeyinde bir gericilik var. Daha lokal gericilikler var. Doğal olarak tüm bunlar birer engel. Yayınevlerinin de engelleri var, fırsat vermiyorlar. Bunları yıkmak gerekiyor. Bu bir zincirse, bunu kırmak gerekiyor. Zaman bunu ortaya çıkaracaktır, ayıklayacaktır. Belki yüzlerce eserin içerisinden o başyapıt olacaktır. On sene olmazsa yirmi sene sonra değerini bulacaktır…

Edebi üretimler, ısmarlanmış romanlar var ve çok satılan olarak lanse edilen. Üç beş yazar var, büyük yayınevlerinden kendisini kabul ettirmiş.  O yayınevleri yazarına diyor ki, sen bu konuda yaz. Mesela trend nedir? Kendi yazarına söylüyor ve isteği doğrultusunda üretim yapılmasını istiyor ve o kitaplar yazılıyor. Burayı anlatıyor aslında ama burayı anlatmıyor. Burayı yok ediyor. Burayı tüketmeye yönelik kitaplar bunlar. Bakıyorsunuz çok güzel ifadeler var. Aşırı söylemler var. Aforizmatik söylemler var. Egemen sistemin içinde kalarak yapıyor bunu.

Şimdi bu avluda söyleşirken neler hissediyorsun?

Diyarbakır’ın eski evinin yıkılıp yeniden yapıldığını, inşa edildiğini görüyorsun. Ben böyle bir evde büyüdüm. İlk baktığımda çok hoşuma gidiyor. Çocukluğum burada; suyun sesi, bayramlarda anamın çörek yapışı…  Bu kuçelerde koşturdum. İnsan duygulanıyor. Bunu bana anımsatıyor. Bu duygularımı anlatabilsem, dile getirebilsem çok güçlü bir edebi ürün oluşabilir. Yazarın, kalemi çok güçlü olsa da dışarıdan gelip burayı ne kadarını anlatabilir? Burayı nasıl içselleştirecek. Ara sokaklarda gece yarıları nara çeken kırıkların seslerini duyarak büyüdüm. Kim olursa olsun kapımız açıktı. Eski insani ilişkiler, insani değerler, feodal değerlerin yapısını kim nasıl anlatabilir? Edebileştirmek için egemen sistemin dışına çıkarmak gerekiyor. İyi bir metin yazacağım diye güzel sözler değil, geçmişten bu güne kadar yaşanılanları içselleştirmesi lazım. 0 yoğun duyguyu yaşamak lazım. Matematiksel ölçüler içinde iki artı iki eşittir Diyarbakır yazılamaz.

Diyarbakır, geçmişe dönüp baktığımızda çoklu bir bölgedir. Kültürel olarak, etnik olarak adeta bütün Ortadoğu’nun laboratuarı gibi bir yer dolayısıyla burayı yazmak, bunun güçlü edebiyatını yapabilmek için, çok güçlü bir tarih bilincine sahip olmak gerekir. Halkların burada nasıl yüzyıllarca kardeşçe yaşadığını, bu kültürlerin birbirlerinin içerisine nasıl geçtiğini insan yaşamlarının bir saç örgüsü gibi bize kadar geldiğini görüyoruz. Dolayısıyla bunları yazmak kolay bir şey değil. Bir emek, bir çaba gerektiriyor. Bu xawşede oturmak hoşuna gidiyor insanın. Çünkü sana geçmişi hatırlatıyor. Aynı zamanda yoğun bir hüzün kaplıyor seni. Geçmişe doğru gittikçe tarihi kökleri görüyorsun ve hüzünleniyorsun. Bu zor iş yazmak kolay değil ama yazılması gerekiyor.

Burası ısmarlama yazılacak, ısmarlama sanat üretilecek bir yer değil. Burayı elbette dışarıdan gelen insanlar da yazabilir. Ama bu dokuyu hissetmesi gerekiyor. İçi boşaltılmış sözlerle yazılmaması gerekir. Eğer gelip buralara dokunabiliyorsa, o gücü görüyorsa, bilgi birikimi ve o kültürel yapıyı kendisinde oluşturmuşsa, tabii ki gelip yazabilir. Doğru şeyler söylediniz… Burası, Ortadoğu’nun o kadar girift bir yeri ki, dünya uygarlığının bir merkezi.  Uygarlıkların zaman akışı içerisinde evrimleşmesi var. Geçmişteki o zaman akışını bugün de burada görebiliyorsun. Gelip sadece bu sokakları görerek, sadece nostaljik izlenimlerinizi yazamazsınız ama bu yapılıyor. Benim itirazım buna! Burayı içselleştirmek, buradaki insanlara, kültüre, uygarlığa, yaşam biçimine dokunmak gerekiyor. Yazmak, anlatmak o kadar kolay bir iş değil. Bunun bilincine varmadan, burayı kimsenin yazacağına inanmıyorum. Bunların dışında yazılanlar istenildiği kadar iyi lanse edilirse edilsin, çok güzel diye sunulsun ama bunların edebi bir değeri yok. Olamaz da…

Korunması gereken bu yapının yok edilmeye çalışılması, yozlaştırılması. Bu aynı zamanda insanlık için de kötülük, kayıp değil mi?

Burayı yozlaştırmak, unutturmaya çalışmanın çabasıdır. Bu bilincin dışında, buranın yazılmaya çalışılmasının, yazılmak istenmesinin nedeni; unutturmak yozlaştırmak zaten. Şehri betonlaştırmak, hafıza yitimine yol açmaktadır. Kuçelerde yürüdüğümüz o taşların bile belli bir dili var. O taşlar bile insana bir şeyler anlatıyor. Ama bunu da unutturmaya çalışıyorlar. Mekânları değiştiriyorlar.

Bu kadar zengin ve köklü bir yapıyı yozlaştırmak yok etmeye çalışmak, aynı zamanda bir handikap olmayacak mı?

Diyalektiğin, zıtlıkların çelişkisi gibidir. Diyalektik akışa engel olmak gibidir. Egemen düşünce bunu asla hesaplayamıyor. Kendi hançeriyle kendisini vuruyor. Hâlbuki buradaki kültürel, entelektüel birikim buradaki yapının yaşamsal değerleri olsun, folklorik değerleri olsun, düşünsel biçimleri olsun bunların varlığına bir katkı sunabilir. Ona bir zenginlik katabilir.

Beş bin yıllık kültür kendini yaşatabilmişse kendini korumaya devam edecektir…

 Buradaki kültür gürül gürül akan bir ırmak gibidir. Çok canlı bir organizmadır. Kendi kendini doğuran, büyüten…  Egemen sistemlerin yok edemediği uygarlıktan, kültürel yapıdan söz ediyoruz. Baskıcı sistemler buradaki uygarlığı yok edemedi. Geçmişten örneklemeler de yaparak; ‘Ses ve Sus’ da bunu anlatıyorum.

Genç yazarlara, yazmak isteyenlere önünde bu kadar engel, maniplüsyon, yayın tekelleri varken; onlara seslenirken neler söylemek istersiniz?

Babam öğretmendi. Babam asla okumayı bırakmadı. İlkokuldan beri hep okumamı istedi. Bir edebiyatçı bir yazar olmak isteyen biri olsa da olmasa da mutlaka okumaları gerekir. Edebiyatçı olmak isteyen daha fazla okumak zorundadır. Okumadan yazmak isteyen olur mu? Okumaktan başka çareleri yok! Bilince sahip olmak ancak okumayla elde edilebiliyor. Kendi kimliklerine var oluşlarını ancak bilinçle sürdürebilirler. Kulaktan duyma bilgilerle edebiyatçı ve sanatçı olunamaz. En büyük direnç bilmekle olacaktır. Bu da okumadan geçiyor.

Çok teşekkür ederim ağzına yüreğine sağlık…

Bende çok teşekkür ederim. Çok güzel sorular sordun; adeta röportajın kendisi oldu.

 

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.