ŞİİR ELE AVUCA SIĞMAZ

ŞİİR ELE AVUCA SIĞMAZ
Gazetemizin yazarlarından olan; şair, yazar Aydın Alp’le şiir ve edebiyat üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Tigris Haber- Gazetemizin yazarlarından olan; şair, yazar Aydın Alp’le şiir ve edebiyat üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

 

Mümin Ağcakaya

Yazım hayatınız başladı?

 

Bizim kuşak yazmayı kafasından geçirme konusunda talihsiz bir kuşaktı. Ortaokulda ve lisede yazdığım yazılar, Türkçe dersinde kompozisyon yazdığımızı dosyalıyorlardı. Çok yetenekli, başarılı görüyorlardı. Kitap okumayı severdim ve sürekli okuyan biriydim. Ama edebiyat sanat alanında yazma yazabilmeyi düşünme ufkumuz yoktu. Şimdi okulda öğrencilerim var. Öğrencilerime diyorum. Bir insanın yazar olabilmesi için çok büyük özellikler gerektiren bir şey yok. İnsan yatkınsa, seviyorsa yazabilir.

 

Edebiyat ve sanat hayatınız nasıl başladı?

 

Âşık olduğum için kalemi elime aldım ve yazmaya başladım. Yaşadığımız koşullarda toplumsal bilinç de söz konusu. O da araya girince iş boyutlandı. O zaman gecelerde şiir de okuyordum, bu yüzden gözaltına alındım ve şiirin daha saygın, daha ciddi, daha önemli bir şey olduğunu kavradım.

 

İlk okuduğunuz edebi kitaplar hangileri oldu?

aydin-alp-rop-(2)-002.jpg

 

İlkokul döneminde Kemalettin Tuğcu vardı, sonra Çin masalları, Hint masalları, İran masalları, Andersen Masalları, İsveç Masalları ve Binbir Gece Masallarını ortaokul yıllarında okudum. Dayımın köyündeyken iki tane kocaman iki ciltlik Binbir Gece Masalları vardı. Bütün o masalları okudum. Adeta büyülendim. O zaman bizi yönlendiren bir kişi de yoktu. Ama okullarda kütüphane vardı. Bağlar Ortaokulunda kitap okuyanlar ödüllendirildi. Kitap okumak önemli bir işti. Önüme gelen bütün klasikleri okuyordum. Ama bilinçli bir tercih değildi. Öğretmenlerimiz ve okul müdürümüz okumayı özendiren insanlardı. Okullarda o dönem o hava vardı. Şimdi bizim okullarda kütüphane, kitaplık yok. Aradan ne kadar zaman geçti. Daha ilerde olmamız gerekirken, daha o dönemde değiliz.

 

“ÇOCUKLUK ANILARI ONLARIN BANKA HESABIDIR”

 

Bu dönem kitap okumanız hayal dünyanızı nasıl etkiledi?

 

Bizim yaşadığımız o dönem çocuklar için daha özgür bir ortamı vardı. Yaşadığımız ortam çocuklara ait bir dünya gibiydi. Neredeyse gece gündüz dışarıdaydık. Kızlı erkekli oynardık. Kötülükte sınırlıydı, beklide biz farkında değildik. Şimdi mesala sitelerde kalıyoruz, dışarıda kameralar, güvenlik var ama çocuklar geciktiğinde hemen tedirgin oluyoruz. O dönem biz dışarıda özgürce oynuyorduk ve çocukluğumuzu yaşadık. Bugünkü gibi kaygı ve korku yoktu.  Bu ortam gerçekten insanın düşlerini de mayalıyordu. Okumaya çok yatkındık ve okumayı çok seviyorduk. Okula gidenleri okumaya bir özendirmede vardı. Bu okuma isteği bende bir birikime yol açtı. Çok sevdiğim bir yazarın; “insanların çocukluk anıları onların banka hesabıdır” çok hoşuma gidiyor.  Bağlar Güneşinin Çocukları bu güzellikle yaratıldı.

 

Şimdi kentleşmenin geldiği boyut kirlenmeyi de beraberinde getirdi. O eski dönemlerde dışarısı daha güvenlikliydi. Şimdi kalınan sitelerde güvenlik var ama ortam güvensiz.

 

Okuyorsunuz ve bu sizde bir bikrim oluşturuyor. Yazmaya ilk adım nasıl gelişti?

 

Ortaokul ve lisede yazdığım kompozisyonları öğretmenlerim alıp dosyalıyorlardı. Ama ben yazdığımın farkında değildim. Mesela beni TRT’den çağırdılar. Ben denememi, günlük mü yazsaydım. O dönemde maya var ama ufkumuz yoktu.

 

Şiir denince çoğu zaman akla aşk geliyor. Ama bu aşkın tarifi değişiyor. Sadece karşı cins anlamında değil. Daha toplumsallaşan bir içerikte de kullanılıyor. Yaşama ya da birçok şeye değer verme, bağlanma anlamında ele aldığımızda illa şair olmak için âşık olmak gerekiyor mu?

aydin-alp-rop-(3).jpg

 

Mesala ben şiiri olmayan hiş âşık olmaz diye bir şey olmaz, bu metafordur. Hayata tutkuyla, şaşarak bakabilmek. Rutinin dışına çıkabilmek. Mesala önceki yüzyıllarda şairlere yalvaç gözüyle bakıyorlardı. İşin böyle mistik bir yanı da var gibi. Sadece masa başı işi değil. Mesela roman ya da senaryo bir nevi masa başında da çalışarak bir şeyler elde edilebilir. Ama şiir öyle bir şey ki, ele avuca sığmayan bir şey. Şiirde ya var ya da hiç anlayışı vardır. Ya da benim anlayışım öyle. Şiir, insanı yakasından tutar öyle silkeler, müthiş coşkuludur ya da değildir. İkisi arası bir şey yoktur. Bir insan masa başı çalışarak da sıkı kitap okuyucusuysa, dili iyi biliyorsa yazacağı şeyler olur. Ama yatkın olan bir insanın, duyarak yürekten söyleyerek bir insanın payı kesindir.

İlk kitabı basıldığı zaman Ahmed Arif’lerdeydim. Ahmed abi çok etkilendiği bir olayı; “Mardin kapıda kahvehanede oturuyordum. Öyle bir an geliyordu ki bizim insanların konuşması benim kafamda bir müziğe dönüyordu.” Diye anlatmıştı. İnsanların yaşam içerisindeki doğal davranışlarından nasıl etkilendiğini, şiir dilinin nasıl ortaya çıktığını anlatıyordu. Bunları söylerken başkasının bir sözünü aktarmak için değil, bunları yaşadığım için böyle bir olay vardır diyorum. Şiir asla sıradan bir edebi etkinliği andırmaz. Bir ürünü andırmaz. Bir denemeyi ya da bir eleştiriyi bir öyküyü bir romanı bunlar çalışılarak da bir yere varılabilir. Ama şiir öyle değil şiirin mistik bir yanı vardır. Yürekten geldi mi yüreklere ulaşır diyorum.

 

"BAZILARININ ŞAİR RUHLU OLDUĞUNA İNANIYORUM"

 

 Ahmed Arif’den bahsetmişken ondan aktarmak istediğin başka bir anın var mı?

 

Çok sıcak bir insandı. Tipik bir Diyarbakırlıydı. Böyle sarılıyordu. Kurban olduğum diyordu. Göğsünde kayboluyordum. Ahmed boylu poslu bir adam. Bir sarılıyordu kurban olduğum, kurban olduğum diyor, ayaklarımız yerden kesiliyordu. Sıcak, tipik bir Diyarbakırlıydı. Bize komşular ben Diyarbakır’dan yeni gelmişim. Kardeşi Bismil de tatil yapıyormuş, ben Diyarbakır’dan yeni geldim, bizim eve geldiler. Dediler Ahmed abi, hani bize peynir falan, bir şeyler getirdim. Hani peynir dediler. Peynir de getirdim. Yediler, çok hoşnut olmadılar. Hani sen peyniri anlatıyordun, Diyarbakır peyniri sadece bu muydu? Dediler. Ben dedim hayır, peynir zamanı değil, peynir zamanında çıktığında ağızda erir, muhteşem bir güzelliği vardır. Bu zamanı olmadan gelen peynirdir. Sonra Aydıncığım bütün peynirimiz bu, peyniri öyle bir ballandırarak anlatmışım ki, komşular gelince peynir dediler ve ballandırdığımla yedikleri birbirini tutmadı. Diye anlattı.

Bir ara Ahmed Arif için bir espri yapmıştım. “Sanki şiir yazmıyor, ona vahi geliyor” diye. Çok hoşuna gitmişti. Şiir böyle bir şeydir. Tazyiktir. Ben önce romana biraz haksızlık yapardım. Şiirin ne kadar gizemli, dipten gelen bir gücü olduğuna inandığım için şiire daha çok önem atfederdim. Onu sanki göz ardı ederdim. Roman da kolay değilmiş. Şiir yüreğin çığlığı diyoruz ama romanda beyinden süzülen bir şeydir. Hem şiirsellikten yararlanır, yürekle beynin sentezi gibi. Yeni bir renk gibidir. Ressamlar renkleri karıştırıp bizi şaşırtan güzellikler elde ederler. Roman da böyle bir şeydir. Şiirden de yararlanır. Kim ne derse desin şiir edebiyatın has çocuğudur. İnsanlıkla koşuttur. İlk atalar büyücüler, şairlerdir. Eskiden Kam, Ozan, baskı, şaman gibi adlarla adlandırıldı. Şairler apayrı bir dünyadır. Sadece emekle de ilgili değil.

Dili bilen bir insan edebiyata tutkunsa kat edeceği bir mesafe vardır. Bizde keyf alarak okuruz. Ama ölümsüz eserler yürekten gelen eserlerdir. Yürekten gelmeyen bir ürün yüreklere ulaşamaz. Ben buna inanıyorum.

Şiir böyle çifte yürek gerektirir. Çarptığında göğsü havalandıran bir yürek gerektirir. Şair denince insansın gözünün önüne genç bir insan gelir. Mesala kalıcı, vurucu bir şiir okuduğunda gözümün önüne heybetli bir insan gelir. Ahmet Tellinin şiirini okuduğunda ben diyorum “Aslanım”  Felaket ya onun omuzları bir binayı kaldırır Haksızlık etmeyeyim benim gibi bir tip. Şiir genç bir insanı akla getirir. Ama yirmi beş yaşından sonra yazılmaz değil. Bir insan yüreğini beslemişse, canlılığını, hayatiyetini yitirmemişse, bir topluma, kendi insanına, halkına, insanlığa karşı çarpan bir yürek taşıyorsa o şiirini yitirmemiş demektir.

 

Şair ruhlu dendiğinde nasıl anlamak gerekir?

 

Ben buna inanabilirim. Yapay sahte davranan insanları kastetmiyorum. Bir şeylere yatkın olunduğuna inanıyorum. Yetenek var. İnsanların yatkın olduğu alanlar var. Her insanın yatkın olunduğu alanlar var. Önemli olan bu yatkın olunduğu alanda bir de emekle, o birikimle bu işi besleyebilmesi. Yetenek tek başına kalırsa o bile aldatıcı. İnsanı hedefe götüremez. Alt yapıyla birikimle olur. Bazılarının şair ruhlu olduğuna inanıyorum.

 

Şairler nasıl hep genç kalıyor?

 

Şairler hep genç kalıyor. Çünkü bir yazar, bir şair; başkalarında ömrünü sürdüren insandır. Birden fazla hayat yaşayan insandır. Asla başkası olmayan, ama başkasını algılayabilen, başkasının dünyasını da ortaya koyabilen insandır. Ama yine kendisidir tabi.

 

Sanat her zaman muhalif midir, muhalif olmak zorunda mıdır? Ya da muhalif olmayı nasıl anlamak gerekir?

 

Mutlak muhaliflik anlamında düşünmüyorum. Sanat tabii ki muhaliftir. Yaşadığımız dünya naif değil. Egemen olan hiçbir toplumsal sınıf sonsuza kadar haklı olamaz. Ama sanat muhalif olmakla sonsuza kadar haklıdır.

 

SANAT NEDEN MUHALİFTİR

 

Sanatın muhalifliğinden ne anlamak gerekir?

 

Bu olması gerekeni, insana yaraşır bir yaşamı savunduğu için muhaliftir. Yoksa körü körüne böyle çamur atma, saldırma güdüsü falan değil. İnsan onuruna yaraşır bir yaşamı savunma. Sanat olmayanı da kafada kurmaktır. Olabilirliği hesaba katmaktır. Jules Verne Aya Seyahati yazarken yüz yıl öncesinden yazdığı şey, yüz yıl sonra oldu. O kitaptan da bilim adamları yararlandı. İnsan imgelemi doğal sınırların dışında bir şeydir. İnsanın doğal yeteneğidir. Alışılageldiğimiz çerçevenin dışında bir şeydir. Nasıl bizim dışımızda sonsuz devasa bilinmez, gizemle dolu bir uzay varsa, insanoğlunun iç dünyası da iç yetenekleri de o derece açığa çıkmamış.

 

Sanat yaratımdır. Mevcudu geliştirmesi gerekiyor. Bu anlamda da bir eleştirelliği içermesi gerekiyor. Bu anlamda da bir muhalifliği içeriyor. Hayatı güzelleştirmeyi amaçladığı için durağanlığa, muhafazakârlığa karşıdır.

 

 Geniş kitlelere ulaşan, onları etkiyen popüler kültürü nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Sanatın ve edebiyatın yelpazesi çok geniştir. Biz ayaklarımız nerede yere basıyorsa dünyaya da oradan bakıyoruz. Sadece baktığımız yeri görüyorsak.  Sanat tek rengi tek boyutu kaldırmıyor. Sanatta fanatikliğe yer yoktur. Şunun için yok popüler kültüründe yaşamda yeri var ve yaygındır. Hatta en yaygın kültürdür. Bunu yok saymak sanata bir şey katmaz. Ben nitelikli sanat popüler kültür içinde kaybolsun, erisin. Bunu savunmuyorum. Ama popüleri hesaba katsın. Çünkü bazen böyle sanat adına elit yaklaşım sanatı kitlelerden koparıyor. Sanatta mahallilikte yerellikte var. Bunlar yok sayılamazlar. Ama nitelikli sanat bunlara mahkûm olmaz. Bunlarla bağını koparmadan, elitizme kaymak da bir hastalıktır. Mesela kafamızda ister sinema ister şiir olsun, roman olsun kalıcı olan yapıtlara bakıyorum, o ölümsüz yapıtlar sanki bizim dünyamızdır. Sanki tanıdığımızdır, aşina gelen bir dünyadır. Öyle güzel yakalamışlar. Bizden yola çıkarak bütün insanlığa ulaşabilmişler.

 

Önemli olan insanın bir biçimde sanatla uğraşmasıdır. Bu anlamda daraltmamakta gerekiyor. Doğru yönlendirmek ayrı bir şey, insanları sanat ortamına çekmek başka bir şeydir.

 

Sanatın yelpazesi geniş olduğu için o tek renge indirgenemez, tek boyuta indirgenemez. Çünkü toplumsal yapılar da öyledir. Toplumlar farklı kesimlerden meydana gelen bir bileşimdir. Milyonlarca yıllık insanlığın gelişimi var. Fakat insanoğlunun ömrü ne kadar sınırlıdır. İnsanoğlu fanidir ama sanatın insan ömrünü aşan bir boyutu var. Bu boyut nasıl elde ediliyor. Başkalarının da hayatının tanıyarak, yaşayarak elde edilebiliyor. Tolstoy’u okuyorum. Muhteşem. Bir atı anlatıyor, sanki bir önceki yaşamda at olarak mı yaşadı diye düşünüyorsun. At bir bütün olarak insanın gözlerinin önünde canlandırıyor. Sanat o yüzden bir insanın yaşamıyla sınırlı değil. Bu yüzden sanat daraltılmışlığı, fanatikliği kabul etmez.

 

TEKNOLOJİ SANATI DA ETKİLİYOR

 

Teknolojinin gelişmesi edebiyat ve sanatı ve sanatı nasıl etkilemektedir?

 

Çok derinden etkiliyor. Bir dönem kâğıt kalemle başlarken, dijital ortam, sanal ortam müthiş etkiliyor. Görsel medya sınırları aşıyor, bireyin yanı başına geliyor. Alışıla gelen yazılı olayı görselliğe taşıyor. Yayın evleri bile artık e-kitap üzerinden yazılı ve sesli okumaları yayınlıyor. Kendine özgü bir okuyucu izleyici kitlesi oluşturuyor.

Yaratıcığın, üretmenin zemini daha güçleniyor, okuyucuyla buluşması daha kolaylaşıyor ve yaygınlaşıyor. Herkes bu gelişmeye ayak uydurmak zorunda kalıyor. Ayak uyduramayan bocalıyor. Artık zaman çok değerli bir kavram oldu. Zamanı en iyi şekilde değerlendirmek gerekiyor. Çünkü zaman artık boşa geçilecek, harcanacak bir vakit olmaktan çıkmıştır. Hiçbir dönemle kıyaslanamayacak, baş döndürücü bir zamanda yaşıyoruz.

 

Diyarbakır’da yaşamanın edebiyat hayatınıza katkısı nasıl oldu?

Diyarbakır bir edebiyatçı ve şair için nasıl bir kent. Bir Diyarbakırlı olarak nasıl tarif edersiniz?

 

İstanbul’un dışında bir taşra edebiyatı hep konuşuluyor, tartışılıyor. Ama sanatın, edebiyatın taşralığı yoktur. Bir yerde sanat edebiyat ya vardır ya da yoktur. Yani ister köy ortamını anlatmış olsun, ister şehir ortamını anlatmış olsun, bilim kurgu olsun. Diyarbakır’da olmanın dezavantajından veya taşralığından söz etmeyi ben çok abes olarak görüyorum. Günümüzün bazı metropol kentlerini bile bir kenara bırakalım bazı megapolleri mezra bile değilken; Diyarbakır bin yılların kenti. İstanbul, İzmir dışında kent yokken, mezralar varken, bataklık varken; Diyarbakır bin yılların kenti. Diyarbakır’da kent kültürü var. Şimdi bile bazılarına elli yıl önce Diyarbakır’da daha bir kent kültürüne sahipti. Diyarbakır çok yoğun göç almasıyla kent köye dönüştü. Diyarbakır hep kültür, sanatla ve edebiyatla anılmış bir kentdir. Popüler kültürde lanse edildiği gibi karpuzu, akrebiyle önemli bir kent diyorlar ya bu esas olanı gözden kaçırmak için öne çıkarılan bir şey. Diyarbakır yüzyıllar boyu filozoflarıyla, yazarlarıyla, şairleriyle, edebiyatıyla ünlenen bir koca kent. Ben taşrada yaşadığımı düşünmüyorum. Ben yüreğimin başkentinde, muhteşem bir yerde yaşıyorum. Burada kalemi eline alan insanın anlatacağı çok şey vardır diye düşünüyorum.

 

Bakmasını bilmek mi gerekir?

 

Sanatın taşralığı yoktur. Sanatta ya hep ya hiç vardır. Köyü anlatmışsa o bütün insanlığa ulaşıyor. Kenti anlatmışsa bütün insanlığa ulaşıyor. Sadece anlattığın şeyler değil nasıl anlattığın önemli. Hatta ikisinin birlikteliği söz konusudur.

 

Diyarbakır’daki okuyucularına son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

 

Diyarbakır’daki insanlar çok duyarlıdır. İnsana gurur veren bir okuma potansiyeli var. Sanatsal bilinci olan bir insan nasıl yaşaması gerektiğini, nasıl düşünmesi gerektiğini bilir. Çünkü okuma insanı diri tutar. Bir insan yüreğini okumayla besleyebiliyorsa; tiyatro, sinema, müzikle besleyebiliyorsa o insan ayakları üzerinde de durmasın bilen insandır. O anlamda Diyarbakır’da sanatsal bir potansiyel var. O okuyucuları yüreklerinden öpüyorum. Onlara inanıyorum.

Bu kadar zengin bir kültüre sahip olan bir kentte yaşamak, bu kültürün izlerini Sur’da sokağa çıktığımızda, etrafı dolaştığımızda çok rahat görebiliyoruz. Bunun bilincinde olunduğunda Diyarbakır’da yaşamak bir sanatçı için ilham verici bir kenttir. Çünkü dolaştığın ve baktığın her tarihi mekân adeta beni yaz diye haykırıyor.

 

Çok güzel bir edebiyat yolculuğu yaptık. Çok teşekkür ederim.

 

 Şiirsiz kalmayın dileğiyle, bende size teşekkür ederim.

 

 

Etiketler :
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.