YAZMAK KADINI ÖZGÜRLEŞTİRİR

YAZMAK KADINI ÖZGÜRLEŞTİRİR
TÜYAP Fuarına katılan kadın yazarlardan SEVİM KORKMAZ; kadınlar açısından yazmanın önemini üzerine bir konuşma yaptı. Konuşmasında erkek egemen yaklaşımından kaynaklanan sorunlar üzerinde durdu.

        

  

 

Erkek egemen anlayış ve yaklaşımlara karşı kadınların neden mücadele etmesi gerektiğini anlattı. Yazmanın kadını nasıl özgürleştireceği üzerine yaptığı konuşma ve kadınlara çağrısından sonra; bizde kendisiyle; kadınların demokratik mücadelesini, onları engelleyen nedenleri ve hedefleri üzerine; güncel olan ve öncelikle kadınlar açısından güncel olmaya devam edecek olan konuları ele aldık.

img_6784.jpg

  Çok söz üretiyoruz ama bunların çoğu uçup gidiyor. Söylediğimiz sözler sanki suya, denize yazılmış gibi oluyor. Unutuluyor. Dün ne söyledik bugün ne söylüyoruz bunları takip etmemiz mümkün değil. Bunun için dergi çıkardık F dergisi diye bir dergimiz var. İki ayda bir çıkıyor. Her sayıda bir konuyu işledik.  Türkiye’nin her yerinden arkadaşlarımız bu dergiye yazı gönderiyor. Her sayıda bir kadının hayatını anlattık, erkek arkadaşlar da yazılarıyla katkı sundular. Belleğimizi de tazelememiz gerekiyordu. Dilin cinsiyetini, edebiyatta özne ve nesne olarak kadını inceledik.

 Edebiyat tarihine de baktığımızda, kadının adının olmadığını görüyoruz. Öyleki bütün edebiyat tarihimiz erkek yazarların adlarıyla dolu. Bunlar arasında ilk yazar kadınlara baktığımızda ya eşinin adı ya da babasının adıyla geçiyor. Kendi adıyla yazılarına rastlamamız çok zor. Ne kadar kadının yazdığını, hangi metinlerin kadınlara ait olduğunu, hangilerinin erkek adıyla yayınlandığını öğrenmemiz; 1980’lerden sonraya rastlıyor. Kadın tarihini araştırma, kadın yazarlarımızı bulma ve onları gün yüzüne çıkarma bilinci kadın mücadelesiyle birlikte diğer bir sözcükle; feminist mücadeleyle birlikte gelişmeye başlamıştır.

 Bu araştırmada ilk kadın yazarın Fatma ALİYE olduğunu öğreniyoruz. Ve kadının yazma sorunun önemi bir kez daha kendini gösteriyor. Edebiyata baktığımız zaman bizi yazmaktan alıkoyan şey aslında korkularımızdır. Aslında kadınlar yazmaktan korkuyor. Neden korkuyor. Çünkü çocukluğumuzu, meslek hayatımızı, evliliğimiz düşünelim tırnak içinde bilen kişiler her zaman erkeklerdir. Yayın dünyasını, edebiyat dünyasını elinde tutanlar hep erkektir. Erkekler bilincinde olsun veya olmasın dünyaya bakışlarına erkek egemen anlayışı hâkimdir. Erkek; hep ev dışındaki işlerle meşguldürler. Hiçbir erkek yazar; ev içerisindeki ne çocuk bakımıyla, ne yemekle, ne temizlikle, ne bulaşıkla ilgili yazdığı cümleler yoktur. Çünkü bu cümleler günlük yaşantı içerisinde kadının görevleri içerisindedir. Bu günlük yaşantıda kadın yaşamı, hayatı örerken erkekler dünyayı değiştirmekle uğraşırlar. Bunu kendi yaşantınızda, okuduğunuz gazetelerden, dergilerden de gözlemleyebilirsiniz. Onların derdi günlük hayat değildir. Onların derdi uluslar arası ilişkiler uluslararası ekonomik çıkar çelişkileri vs. vs. Ama kadınlara baktığımız zaman, kadınlar bu dünyadan uzaklar. Bir kadın ekonomik haberleri izler mi? Dolar, Euro ne kadar oldu? Ya da uluslar arası sermaye kurulu ne zaman toplandı. Ne tür silahlar icat edildi, hangi bombalar üretildi veya hangi firma hangi silahı üretiyor. Bütün bunlar bizim günlük yaşantımızda karşılığı olmayan sözcüklerdir. Ya da tarihi anlatırken de Tarih kadınlar için nedir? Çocuklarımızın doğumudur. Büyük oğlanı kışın doğurdum der, yaşlı ninelerimiz. Kar yağıyordu doğum yaparken kocam ebeyi getirmek için eşekle ya da atla giderken karda kalmıştı. O gelene kadar ben doğum yapmıştım. Tarih bilgisi budur kadının. Peki, neden böyledir. Ya da kadınların zaman algısıyla erkeklerin zaman algısı neden farklıdır. İşte tüm bu engeller; iki farklı dünyanın birinin pembe olması diğerinin kahverengi olması, erkeleri dünyası kahverengi dersek. Kadılar ne yapıyor, yazdıkları her cümleyi bir bilene, bir erkek edebiyatçıya, büyük edebiyatçıya götürüp göstermesine neden oluyor. Ah ne olur şunu okusana Ahmet abi ben bunu yazdım diyor. Leyla Erbil bile Kalan ve Tuhaf Bir Kadın adlı kitabında 17 yaşındaki bir kadının yazdığı şiirleri o zaman çok ünlü olan bir şaire götürmesi anlatılır. Fıkra gibidir. O Dönem Yazarlar biraz bohem takılırlar. Ayrı kafeleri vardır. Orada şaire yazdığını gösterir; Şair ona sen işçi misin de işçi şiirleri yazıyorsun der. Sen işçi değilsin der ve başka bir şey söylemez. Kadın gider eve yazdığı bütün şiirlerini yırtar atar. Öykü yazar, öyküyü başka bir erkek yazara götürür, okur öyküsünü bunda tarhanaya nane koymaktan bahsediyorsun bu edebiyat değildir. Edebiyatın konusu insandır sen insanı yaz, Leyla Erbil gider bütün o öykülerini yırtar atar.  Burada bizim yazdıklarımızı bir erkek bakış açısıyla görmek, burada bireysel olarak tek tek erkek cinsiyetinden bahsetmiyorum; algıyı kastediyorum. Ataerkil sistemin dayatmış olduğu engellerden bahsediyorum. Burada bu bakış açısıyla ele aldığı metinde bir erkeğin aradığı sistemin, edebiyat sisteminin aradığı farklı özellikler vardır. Kadınlar yazmaya başladıklarında ve bugün baktığımızda kendilerini bir sıkıntının, böyle bir labirentin içinde buluyorlar. Güvenleri kayboluyor. Asla ben Dostoyovoski gibi yazamam asla Tolstoy gibi yazamam diyorlar. Yazan kadınlarda erkeklerle kabul edilecek ya da var olan o siyasette kabul edilecek öyküler ve romanlardır. Sevgi Soysal ölürken ne vasiyet etmiştir , “Ölürsem beni Tante Rosayla anın”. Tante yabancı dilde teyze demek Roza kadını adı. Beni Rosa Teyzemi anlattığım kadınla anın der. Yani diğer kitaplarını bir tarafa ayırır. Bizim yazma serüvenimizde önemli olan güven duymamızdır. Bir kadın yazarın her şeyden önce kalemi eline aldığında ben yazamam, ben yazarsam beğenilir mi? Yazarsam beni kim okuyacak gibi kaygıları bir tarafa bırakmalıdır. İçinden nasıl geliyorsa, neler düşünüyorsa, ne anlatmak istiyorsa bunları yazmalıdır. Bu neye yol açacak, kadın yazımı derken iki şeyle karşı karşıya kalıyoruz. Diğeri otografidir. Bunu bir editöre, ya da sevdiğiniz birine götürdüğümüzde sen hayatını yazmışsın der. Ya da filan kişinin hayatını yazmışsınız der. Bu edebiyat değildir der. Kadın yazarlar bunu bilirler mutlaka bununla karşılaşmışlardır. Kadın yazınında yazması gereken en önemli şeylerden bir tanesi otobiyografilerdir. Etrafınızdaki teyzeleriniz, halalarınız, kendiniz bu insanlar yarın ölüp gidecekler. Onların yaşantıları deneyimleri, görüşleri, şiirleri, deyimleri; o kadar özlü sözler kullanıyorlar ki bazen; hiç bir ödüllü yazar o cümleleri kuramaz. O kadar bilge sözler kuruyorlar. Bütün bu yaşanmışlık ve bilge sözler kaybolup gidiyor. O yüzden otobiyografiler yazmak kadınlar için değerlidir, önemlidir ve kadın tarihine bir katkıdır. Bunun için ben otobiyografi yazdım benim yazdığıma anı dediler diye bir cümle sizin moralinizi asla bozmasın. İkincisi özgürleşme; yazmak özgürleştirir. İster şiir yazın ister öykü yazın ister masal yazın, ister otobiyografi yazın bir müddet sonra kendinizin farkına varacaksınız. Ben kimim? Ben bu toplumda nerede duruyorum? Kadın olarak benim değerim nedir? Bu sizi yazdıkça var olan bütün kalıplardan, hatta o güne kadar size yüklenmiş olan bütün değerlerden uzaklaştıracaktır ve bağımsızlaştıracaktır. Bu da birey olarak ayakta kalmaya yol açacaktır. Bireyselleşme farklı, bireycilik başka bir şeydir. Bireycilikten bahsetmiyoruz. Birey olmak demek ayakları üzerinde durmak demektir. Birey olmak demek kendisini hiç kimsenin koruması olmadan var edebilmek demektir. Düşüncelerinizle, yazdıklarınızla, mesleğinizle, şişmanlığınızla, zayıflığınızla, engelli olup olmadığınızdan tamamen bağımsız bir insan olmak demektir. Yazmak insanı birey olarak ayakları üzerine oturtur. Yazmak insanı sağaltır ve mutluluk verir.

            Şimdi erkek ve kadın yazarlar olarak kabul ettiğimiz bir söz vardır. Derdin varsa yazarsın. Derdin yoksa yazmazsın derler. En çok derdin neyse onu yazarsın derler. Burada dertlerimizi yazarken ister toplumsal olsun, ister kişisel olsun ister psikoloji ister varoluşsal problemlerimiz olsun biz bunları yazdıkça yüzleşmeye başlarız. Yüzleştikçe de suya atılan taşlar gibi bu yük bizim omuzlarımızdan dışarı atılmış olur. Bu bizi sağaltır ve mutluluk verir. Onun için ben burada özgürleşme, bireyleşme ve mutluk diyorum. Yazmanın bize getirdiği özellikler oluyor. Diyerek uzun bir konuşma yaptı. Bu konuşmadan sonra bizde röportajımıza devam ettik.

Kadınlar onbinlerce yıldır ötelendi, anaerkillik sona erdikten sonra evin içinde adeta evi kölesi durumuna geldi. Ama günümüzde koşullarda değişti. Kadın bilinci geçmişte şekillenmemişti; ama son yıllarda kadın ideolojisi de oluştu, kadın bilinci de gelişmeye başlıyor. Ama günümüzde kadın hala kendisi olamıyor. Bunu engelleyen nedenler nelerdir? Niye kendisi olamıyor? Niye zincirlerini kıramıyor?

            Her şeyden önce teşekkür ederim. Bu fırsatı verdiğin için. Uzun sürede yanıtlanacak bir soru. Bizler sorduğun gibi binlerce yıldır kendi tarihimizden, kendi benliğimizden gerçekten uzaklaştırıldık. Bu uzaklaştırma kadının özgür varlığı, birey olarak ayakta kalmasının kendi isteğiyle köleleşme zincirine geçmedi. Bu zorla oldu. Erkeğin avcılık için dışarı çıktığında kadını evde bıraktı. Uzaklara gittiğinde çocuklara, yaşlılara bakma nedeniyle evde kaldı. Edebiyat, sanat, felsefe, edebiyat disiplinlerinde olsun tek tanrılı öncesi ve sonrası dönemlerde sürekli kadınlar üzerinden bir ideoloji inşa edildi. Kadın tüm bu gelişme sürecinde geçen binlerce yıl kendi değerlerini tamamen unuttu. Kendine biçilen rolleri, kendine çizilen sınırları gerçekmiş gibi kabul etti. Buna bir uyku dönemi diyebiliriz. Sokratın o ünlü mağara teorisi vardır. Mağaranın içindeki mi gerçek yaşam; yoksa mağaranın dışına çıktıklarında, o insanın algıladıkladıkları mı gerçek? Şimdi içinde bulunduğumuz durum da aynısı. Kadınlar kendi içindeki kıstırılmışlıklarını ve kapatılmışlıklarını gerçekmiş gibi algılıyorlar. Kendilerine verilen annelik rollerini, ev kadınlığı, ev işi rollerini de asli görevleri olarak ele alıyorlar. Burada binlerce yıllık bir baskıdan bahsetmemiz mümkün.

            Özgüven niye gelişmiyor? Bunu engelleyen toplumsal nedenler; evden, ev ilişkilerinden, aile ilişkilerinden kaynaklanan nedenler nelerdir?

            Şöyle düşünmek istiyorum: bir varlık ele alın gelişmesini tamamlamak istiyor, insanlaşma süreci bir gelişimdi. İnsanlaşma sürecinde de bireyin kendini var edebilmesi yeteneklerini ortaya koymasıyla mümkün. Yeteneklerini tamamen ortaya koyabilmesi sevgiyi, saygıyı doğuştan getirdiği cinsel özellikleri ve toplumsal kimliğiyle örtüştürmesi gerekir. Tüm bunları aşarak ne yapabiliriz toplumsallaşarak insan oluruz. Şimdi kadının toplumla bütünleşmesi; toplumda kendini var edebilmesi engellendiği için, eksik bırakıldığı, yaralandığı ve örselendiği için sürekli insan olamama, Burada insanı mükemmelleşme olarak ele alıyorum. Kadınlaşamama, birey olamama hali söz konusudur. Ben buradaki güveni bu eksikliğe bağlıyorum. Yani buradaki kadının çok güzel villada oturması kıyafet değiştirmesi, makyaj yapması, hangi okulu bitirmesi bu özgüveni getirmiyor ona. Kendi farkına varması o kölelik zincirlerini kırması ve insanlaşma yolunda ben kadın olarak insanlaşmak istiyorum. Ben kadınım, ben kadın olarak insanım demesi söz konusu. Eğer bunu diyemiyorsa özgüven eksikliği ortaya çıkar ve bunu kapatmak için değişik yollar arar. Yani özgüven eksikliğine, birey olamama eksikliğine farklı yerlerde arar.

            Bir şey elde etmek için o konuda kararlı ve irade sahibi olmak gerekiyor. Kadın hareketinin yeterince gelişememesini dünya açısından düşündüğümüzde bu konuda kadında özgürleşme istiyor ya da istemiyor ikilemi içerisinde olduğu söylenebilir mi?

            Kadın Hareketine nasıl baktığımız da çok önemli. Dünyadaki kadın hareketine baktığımızda; kadınlar büyük mücadele veriyorlar. Neredeyse her mahallede her sokakta her hanede her şehirde, her ulusta bu kadın mücadelerinin altlarını çizebiliriz. Ama bunlar bizim sol kültüre sahip arkadaşlarımız. Soldan beslenen arkadaşlarımızın kabul edebilecekleri mücadele yolları değil. Sol kültürden baktığımız zaman emek-sermaye çelişkisi açısından baktığımız zaman olaya, belirli kalıplarımız var. O kalıplara göre uydururuz. Buna uyuyor mu uymuyor mu? Ama kadınları özgürlük mücadelesi tamamen bu iki kalıbın dışında gelişiyor. Şimdi kadınların Babillilere, Asurlulara önceye, tek tanrılı dinlerden önceye de gittiğimizde de büyük bir mücadelesi var. Ama bu mücadeleyi bizim okumamız mümkün değil. Neden çünkü kadınlar yazıyı bilmiyorlar. Okumuyorlar. Yazmıyorlar. Elimizde yazılı materyaller olsa okuyacağız. Biz bunların mücadelesini görebileceğiz. Örnek olarak sanırım Sümer yazıtlarında; ticaretle uğraşan eşine söyle yazıyor; Sen bizi buraya bırakıp gittin ama gönderdiğin parayı filan adam bize vermedi. Ne kadar altın gönderdin diyor. Ben ikinci bir oda yaptıracaktım. Ustalar gelmediler ama senin kardeşim gelen parayla iki tane ev yaptırdı diyor. Burada bir kadının başka biri vasıtasıyla kendi sözleriyle mektup yazdırması ve aracılar aracılığıyla ticaretle yapılan o paraların ya da sermayenin gelmesi aşamasında kadının neler yaşadığını ve nasıl mücadele ettiğini hiç bilmiyoruz. Böyle yazılı metinler yok. Kadın tarihini nereden buluyoruz? Erkeklerin yazmış olduğu metinlerden, işte defterlerden, ticaret için olan kayıtlardan ya da destanlardan, edebiyat ürünlerinden, oradaki erkeklerin yazmış olduğu metinlerin içinden çıkarabiliyoruz. Yani böylesi yazıya geçmemiş, belgelenmemiş bir kadın tarihinin bugüne kadar gelen mücadelesini ancak kadınların Kiliselere gitmesi oda aydın kadınların oralara kapanması ve oraya kapandıkları zaman oradaki kütüphanelerden yararlanmalarıyla yavaş yavaş eski kültürleri ve kendinden önceki medeniyetleri öğrenmeleri ve burada farkına varmaları söz konusu. Ama burada da kendi özgür iradeleriyle kendi adlarıyla yazılar yazmalarına ancak 1400’lü yıllardan sonra rastlıyoruz. Kiliselerden, oradaki kültürden gelişen yazı yazan kadınların da yazdıkları dinsel temeldedir. Yani tek tanrılı dinlerin içerisinden, o söylemlerden bir harekete dönüşüyor. Onun için çok zor. Günümüzden örnek vermek gerekirse, kendi coğrafyamızdan örnek verecek olursak, elbette tek şemsiye altında toplanmamış olabilir kadın hareketi. Tek bir önderlik altında toplanmamış olabilir. Bütün şehirlerde ve köylerde bundan on yıl önce yirmi yıl önce ya da seksen dönemiyle kıyaslandığında daha farklı bir ivme var. Bu ivme bizi Marksist bakış açısıyla karşılaştırdığımızda ölçülerimize uymuyor olabilir. Yani onlarla paralellik ortaya çıkmıyor olabilir. Gerçektende kadınlar arasında belli bir öz güven kazanma, farkına varma ve mevzileri geliştirme yönünde bir hareketlilik söz konusu.

            Bazı ülkelerde bazı bölgelerde demokratik devrimler, sosyalist devrimler oldu. Bu devrim hareketlerine başlangıçtan itibaren kadınlarında katıldığını görüyoruz. Bunu romanlarda ve araştırma kitaplarını incelediğimizde görüyoruz. Fakat daha sonra burada da konumlarının durumlarının değişmiyor. İktidarı burada da erkeklere kaptırıyorlar. Birlikte devrim yapıyorlar, ama daha sonra devrimde söz sahibi olamıyorlar, yine dışlanıyorlar?

            Baştan beri kadınlara biçilen roller ya da kadınların dünyası diyebileceğimiz dünya hiçbir zaman iktidarı hedefleyen bir dünya değil. Sorunun başında ana erkil dedin ana erkil olup olmadığını da bilmiyoruz. Bu da alışılagelmiş bir sözcüktür. Bazı bilim insanları ana soyluluk diyor. Annenin doğurganlığına göre soyun devam etmesi diyor. Kadınlar bir erk oldular mı? Bir devlet kurdular mı? Onu bilmiyoruz. İktidar ilişkisini deneyimlediler mi onu da hiç bilmiyoruz. Böyle bir deneyimleri olmadığı içinde kadın hareketleri hatta bugün bile günümüzden örnek verebiliriz. Bir zaman iktidarı ele geçirme bir yaşam biçimi inşa etme konusunda iktidar ilişkileri konusunda deneyimsizler. Erkekler İsa’dan önce dört bin yıldan bu yana sürekli savaştıkları için, sürekli iktidar ilişkilerinde deneyimledikleri için kadınların doğurganlık özelliklerini ve mücadeleci yönlerini psikolojik olarak mücadeleci yönlerini, acıya dayanırlıklarını çok iyi biliyorlar. Çünkü kadınlar yaşamı inşa ediyorlar. İktidar için çalışmıyorlar ama yaşamı var etmek için olağanüstü bir çaba sarf ediyor ve büyük yaratıcılıkları var. Bu özelliklerinin farkında oldukları için bütün iktidarlar tarihin bütün kadınları öne sürmüşlerdir. Kadınların bu gücünden bu cesaretinden bu acıya dayanma ve organizasyon becerilerinden yararlanmışlardır. Ama iktidarı aldıktan sonra da bizler için çok değerlisiniz çocuklarımızın baş tacısınız diyerek onları onura ederek eve kapatmışlardır. Bütün iktidarlar da bu şekilde Mesela Fransız İhtilalini örnek verebiliriz.  Kadınlar bütün siperlerde savaştılar. Canlarını verdiler. Romanlara konu oldu onların mücadelesi. Ama Fransız devriminde yurttaş kabul edilmediler. Yurttaşlık için mücadele ettiler ama yurttaş kabul edilmediler. Bizim coğrafyamıza bakalım. Kurtuluş savaşımız. Hiç uzaklara gitmeye gerek yok. Kemalist Devrimde de ilk önde kadınlar savaştı. Ama Kemalist devrim ne yaptı; tamam artık demokrasi olduk haklarınızı da biz koruyoruz dedi. Kadın örgütlerini ve kadın partisi kurma aşamalarını bile erteledi. Böyle baktığımızda sayısız örneklerini verebiliriz. Sovyetlerden, Çin’den örnek verebiliriz. Örneklerin hangisini verirsek verelim değişmiyor. Yaşadığımız coğrafyadan da örnek verecek olursak kadının durumu ortada. Partilerdeki milletvekili sayılarına bakın; kadın milletvekili oranı nasıl? Bu sorumuz; aynı şekilde bürokrasi için de geçerlidir.  

Bir çıkarsama yaptığımızda daha önceki süreçlerde, devrimlerde ülke iktidarlarında erkek egemen olduktan sonra kadını eve hapsetti. Kadınların bu konudaki kadın bilinci geliştiğinde kadınlar iktidar olduğunda, iktidarlaşmadan anladığı ve yapacağı erkeği eve hapsetmek de olmayacak. İktidarlaşmadan ne anlamak gerekiyor?

            İktidar dediğimiz zaman hayatın bizi ayakta tutan bütün damarlarının belli bir güç tarafından organize edilmesini anlıyorum. Sadece ekonomik olarak elde tutma değil, sadece devlet örgütü olarak da değil; bizi var eden doğal haklar dediğimiz haklarımızı kullanırken, bunlara engel olan ya da bunları planlayan o güce ben iktidar diyorum. Burada kadınlar söz sahibi değiller. Bizim doksandan bu yana sloganlaşan işte feministlerin bedenim benimdir. Derken kadınlar bir şikâyetlerini dile getiriyorlar. Demek ki burada bir iktidar ilişkisi var. Kadın bedeni üzerinden bir iktidar ilişkisi var. Bunu açacak olursak felsefesinin altında bir savaş ekonomisi yatıyor. Neden buna ihtiyaç duyuyor. Üstelik de var olan iktidara bu üç dört çocuğa ekonomik olarak besleyemezken karınlarını doyuramayacakken iyi eğitim veremeyecekken tırnak içinde insanlaşma bunları belli bir yere getiremeyecekken neden üç dört çocuk istiyor. İşte bunların hepsi kadının bedenim benimdir dedikleri zaman böyle bir isyan ortaya çıkıyor.

Buradan anlaşılması gereken kararda, yaşamda ve iktidarda ortaklaşabilmektir. Ortak karar sahibi olabilmek. Kadın mücadelesini, kadın bilincini bu ortaklaşabilmeyi sağlamak üzerine kurabilir miyiz?

            Kadın erkek eşitliği derken de feministleri biraz kızdırmış oluyoruz. Bugünkü savaşların, doğayı, dünyayı yok eden tüm oluşumların nedeni erkek iktidarlardır. Dediğimiz zaman kadınların buna karşı bir dünya kurmalarını ortaya koymuş oluyoruz. Bu henüz sınırları çizilmiş bir dünya değildir. Ama düşüncede hayalde var olan bir düşünce modeli. İşte kadın ütopyaları. Bunun için yazılan birkaç tane eserleri var. Bunun için yazılan eserler var. Ütopya niteliğinde eserler var. Dinsel söylemle cennet deniyor ama böyle bir cennet olacak mı olmayacak mı ben bir şey söylemiyorum.

            Yaşam bütün ve ortak olarak bakmak gerekiyor.

            Yaşam bütündür derken bireylerde kendi varoluşlarıyla, farklılıklarıyla birlikte bu yaşamın içinde olması gerekiyor.

            Kadınlar yazdıkça özgürleşiyor. Kadın kendisini en iyi ifade edeceği alanlardan biri olduğu için. Bu anlamda kendini ifade etmeye başladıkça kendi eksikliklerini görür ve kendini özgürleştirmek için çabası gelişir.

            Yazmak özgürleştirir bir slogan tek başına kadın özgürleşmesi kadının yazmasıyla örtüşemez. Bugünkü feminist hareketin bence yapmamız gereken şeyin farkına vardırmak Uyuyan bir kitle var farkında değil, çok da hayatından memnun, cahil mutluluğunu bir mutluluk olarak biz burada insanlara hayır sen mutlu değilsin Kadınlara sana verilen bu rollere inanma diyoruz. Bak başka bir kadın olgusu var diyoruz. Onun içinde son yıllarda feminist hareketi özgürleşmeyle birleştirmek sokağa çıkması yazı yazması, değişik alanlarda örgütlenme modelleri kurması hepsi farkına varmaları artırmak için. Yazdığımız yazılar kitaplar onların farkına vardırmak içindir.

            Kadın doğal olarak yaratandır, üretendir. Doğal olarak daha koruyucudur. Hem doğayı hem insanları bütün canlıları korumacı özelliği genetiğinde de var. Dünyada çok savaşlar oluyor. Dünyada bu kadar çok savaşların olması kadınların özne olamamasıyla da bir bağı var mı?

            Zor bir soru. Özne olamamak ayrı bir soru. Savaşlar ayrı. Ben savaşla kadını hiç bağdaştıramıyorum. O kadar birbiriyle bağdaşmayan bir şey. Bir hayat dünyaya getirmek doğurduğu yavrusu 55- 60 yaşına da gelse hala onun yavrusudur ve onu korumaya çalışır. Bunun etrafında da başka çocuklar aynı şekilde koruma altına almak düşüncesi yok etmek düşüncesi çok zıt. İki zıt olanı yan yana getirmek bence mümkün değil.

            Ama kadınlar daha etkili olsaydı her halde savaşlar bu kadar çok ve yaygın olmayabilirdi?

         Kadınların savaşları yok etme gücünü biraz düşünme gibi yanıtlamak istiyorum. Kapitalizm dediğimiz bir ekonomik sistem. Yani biz ataerkil, eril ya da patriarkal derken erkeğin bu ekonomiden kaynaklanan iktidar gücünü evin içerisinde de uygulamasını anlıyorum. Evde o küçük hane dediğimiz devletin küçük bir modelidir. Bu ekonomik sistemde; yani paradan para kazanıyorsan en iyi ahlaklı sensin, en vicdanlı sensin. Burada da bizi var eden tüm kötülüklerin kaynağı varsa, bu bataklığı kurutmak gerekiyor.  

            Siyasal iktidarlara baktığımızda katı politikaların uygulandığı ülkelerde erkeklerin egemenliği var. Savaşlara genelde erkekler karar veriyor. Peron gibi sayılı kadın dışında çok istisnadır. Onlarda biliniyor. Kadınlar daha fazla olsaydı savaş kararları kolay verilemezdi.

            Bu uzun soluklu bir mücadeledir. Kadınların mücadelesiyle birlikte evrimimiz diyelim insanlaşabilmemiz demek kimsenin kimseyi öldürmemesi demektir. İnsanın yaşadığı doğayı yok etmemesi demektir. Böyle bir süreci uzun bir süreç olarak ele alırsak kadınların iktidarda olması, şu kadar eşit sayıda milletvekili olması hayatı kolaylaştırır. Yani insanlaşma yolunu açar. Bataklığın kurutulmasında bunlar sadece birer adım. Anarşist feministler biz bu ulus devletleri ortadan kaldırırsak. Küçük küçük paylaşım köyleri yaparsak eskiden olduğu gibi kendine yeten, takas yöntemiyle insanların arasında ilişkilerin olduğu baskı yapmadığı yani ulus devletleri ve tamamen reddeden bir model ortaya konursa Bu sadece kadınların felsefesiyle bağdaşmaz. Burada kadınların ve erkeklerin ortak mücadelesi söz konusudur.

            Dünya siyasal yapıların demokratik bir yapıya evrilmesi;  bu bahsettiğimiz sorunları çözecektir. Bunun temel yapı taşı da ailedir. Aile içerisindeki demokratikleşme kadının kendini ifade edebilmesi, aile içerisinde kurulan o yönetim mekanizmasının topluma egemen olması öngörülene ancak öyle ulaşılacaktır.

            F Dergisinde bir dosyamız vardı. Aile mi yoksa diye. Aileden sonra üç nokta koymuştuk. Şimdi aileyi eleştiriyoruz. En küçük parçası buradadır. İktidar mekanizmaları buradadır.

            Bizim coğrafyamıza baktığımızda ekonomik ayakları üzerinde duramıyorken, kendini geçindiremiyorken, kendini geçindirmek için bir erkeğe muhtaçken, ekonomik koşulların esiri oluyor. Yani ekonomik olarak kendini satmış oluyor. Daha iyi yaşam koşulları ve kendinin korunup kollanması adına, özgürleşme dediğimiz olay kadının kendi ayakları üzerine durması demektir. Bu da ekonomik olarak özgürlüğünü kazanmadan olmuyor. Önce demokratikleşme, ifade özgürlüğü, kadınların da erkeklerle eşit haklara sahip olması ilk basamak olarak kabul edilmelidir.

            Yazmak Kadını Özgürleştirir sloganından hareketle; kadınlara dönük bir çağrınız olacak mı?

            Elbette nerede olurlarsa olsunlar, birkaç kadının bir araya gelmesinin ve okuyup yazma olayında da ortaklaşa, kendi bilinçleriyle, muhakkak kendi içlerinden geldiği gibi yazmalarını istiyorum. Bu özgürleştirecektir. Eksiklerini, neyin özgürlükleri önünde engel olduğunu göreceklerdir. Bunu için sihirli bir şeye ihtiyaç yoktur; bence bir defter bir kalem yeterlidir. Kalemleri ve defterleri varsa kendi etraflarından başlayarak, gördüklerini not alabilirler. İçinden geldiği gibi not edebilirler, şarkıları yazabilirler. Acılarını yazabilirler. Duygularını, kederlerini yazabilirler ve bunları birbirlerine okuyabilirler. Bu küçük grupları önemsiyoruz. Diğer kadınların yazdıklarıyla karşılaştırdıklarında bunlarda benim gibi diyecekler. Başına gelen felaketleri kader olarak nitelendirmeyecekler. Benim kaderim karadır ama onun kaderi benimkinden kara. O zaman bütün kadınların kaderi mi kara diyeceğiz. Bu büyük bir farkındalık yaratmaktır. İşte o zaman arayışa geçecektir. Onun için yazmak çok önemli. Yazan kadınlar; lütfen evlerinden dışarı çıksınlar, edebiyat hiç kimsenin tekelinde değildir. Yazma hiç kimsenin tekelinde değildir. Her yerde üç kadın da olsa beş kadın da olsa kadınlar el ele versinler. Ortaklaşa okusunlar. Yazdıklarını paylaşsınlar. En güzel örgütlenme bu olacaktır.

            Çok teşekkür ediyorum ağzınıza yüreğinize sağlık.

            Ben teşekkür ederim.

MÜMİN AĞCAKAYA

           

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.