Ben Selahaddin’em Kendimce[1]
Mehmet ASLAN
Bazen soğuk oluyor burası
Üşüme sırası
Bana gelince
Birer birer yakıyorum boş kelimeleri
En çok da “umutsuzluk” yanarken
Isıtıyor yüreğimi
Yukarıdaki dizeler Selahattin Demirtaş’a ait. 9 yılda binlerce kez yaktı umutsuzluğu, ısıttı yüreğini ama kaç yürek dayanır buna. Yüreği, umutsuzlukları yakarak ısıtmak yüksek erdem ister.Her babayiğidin harcı değil. Isınır sandığınızyürek gün gelir yanar, kül olur.
Kürt siyasetinin eli son zamanlarda hiç olmadığı kadar güçlendi. Bu gücü inisiyatife dönüştürüp 9 yıllık rehineliği sonlandırmak gerekiyor.
Ve unutulmamalı; bir müzakere süreci (adı konulmamış olsa da) başlayacaksa/başladıysa Selahattin Demirtaş’ın sesine kesin olarak ihtiyaç var.
Selahattin Demirtaş Rehine mi?
Selahattin’in “9 yıllık rehine” olarak nitelendirilmesi duygusal bir değerlendirme değil, fiili duruma isim vermektir. “Rehine” kavramının neden duygusal bir tanımlama olmadığına bir göz atalım:
- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 2020 yılında verdiği Demirtaş kararında açıkça şunu söyledi:
“Demirtaş’ın tutukluluğu hukuki değil, siyasi nedenlerle sürdürülüyor.”
Bu, AİHM tarihinde çok nadiren kullanılan bir ifadedir. Yanitutukluluğun hukuki bir görünüm altında siyasal amaçla sürdürüldüğü AİHM’nin bu cümlesiyle tescillemiş oldu. Yine AİHM’nin 2020 kararında çok önemli bir cümle daha var; “Tutuklama, muhalefeti bastırmak ve siyasi çoğulculuğu engellemek amacı taşıyor.”
- Uluslararası hukuk, genellikle “rehine” kavramını silahlı çatışmalar bağlamında işler. Ancak "rehin alma" eylemi savaş dışı durumlarda da uluslararası suç sayılabilir, özellikle şu üç koşul varsa:
Sivil bir kişinin özgürlüğünün gasp edilmesi
Bu özgürlüğün, bir pazarlık veya politik amaçla kullanılması
Bu durumun yasal bir sürece değil, siyasi stratejiye dayanması
- Siyaset bilimi açısından devletin kendi muhalifini rehin alması da şu çerçevede tanımlanır:
Otoriter rejimler, muhalif figürleri cezalandırmaktan çok, denetim altında tutmak ister.
Tutuklamanın amacı, yargı sürecini değil, siyasal manevra alanını şekillendirmektir.
Toplumun belirli kesimlerine "bu çizgiyi aşarsan sen de kaybedersin" mesajı verilir.
Bu açıklamalar bağlamında siyasi rehinelik, yalnızca bir fiziksel hapsetme değil, bir stratejik kontrol biçimidiraynı zamanda.
“Rehine” kavramını yalnızca savaş hukukunun dar anlamında değil, totaliter rejimlerde muhalefeti bastırmak için kullanılan sistematik alıkoyma biçimi olarak düşünürsek,Ekrem İmamoğlu, Osman Kavala, Figen Yüksekdağ ve Can Atalaygibi figürler de bu kapsama dahil edilebilir.Bu nedenle:
Demirtaş bir mahkûm değil, yargısal kararları siyasi düzeyde aşan bir rehinedir.
AİHM’in bu yöndeki kararı, onun kişisel değil sistemsel bir mağduriyet yaşadığını teyit eder.
Bu “rehine tutma hali”, Erdoğan rejiminin sürdürülebilirliği için sembolik ama işlevsel bir araçtır.
“Rehine hukuku” normları, savaş durumları için oluşturulmuş olsa da, savaşsız otoriterliklerdede “stratejik rehine” figürleri üretilebilir — ve Demirtaş da bu durumun en çarpıcı örneğidir.
Selahattin Demirtaş unutturuluyor mu?
Yukarıdaki soru “toplumsal hafızanın dışına itildi” demeye getirmiyor şüphesiz. Selahattin Demirtaş, milyonlarca insanın gönlünde, bilincinde olmaya devam ediyor. Bu nedenle “unutturulma” HDP-DEM Parti çizgisinin adı konulmamış bir izolasyonu veya yeterli düzeyde hatırlamaması olarak değerlendirilecek.
12 Mayıs 2025 tarihli PKK açıklamasından sonra Türkiye’yi başka bir düzlemde tartışmak zorunlu olsa da totaliterliğin sağladığı güç konsolidasyonu ve pratik avantajlardan vazgeçmek her babayiğidin harcı değildir. Sırf bu nedenle bile Selahattin Demirtaş, Recep Tayyip Erdoğan’ın insafına terk edilmemelidir.
DEM Parti’nin bugünkü yönetimi ne yazık ki Demirtaş’ı sahiplenmeye yönelik açık bir dil geliştirmiyor. Bu durum, çeşitli nedenlere dayanıyor olabilir(Tuncer Bakırhan’ın rehine çıkışı çok gecikmiş bir tepki olsa da önemlidir).
Yeni aktörlerin öne çıkma isteği: DEM Parti içerisindeki yeni isimler, Demirtaş’ın güçlü gölgesinden uzaklaşmak isteyebilirler. Meselenin bu boyutuyla hiç tartışılmadığının farkındayız ama siyasetin zikredilmeyen realitesidir bu.
Stratejik sessizlik: Hükümetle ya da devlet içi güç odaklarıyla yeniden bir ilişki zeminine girilmesi düşünülüyorsa, Demirtaş gibi "batıda sempati uyandıran ama devlette soğuk karşılanan" bir figürle özdeşleşmek istenmiyor olabilir.
Kürt hareketi içindeki güç merkezleri: Abdullah Öcalan’ın merkezde olduğu örgütsel yapı, geçmişten beri bağımsızlaşma eğilimindeki lider figürlerini sınırlı bir şekilde desteklemiştir. Bu nedenle Öcalan çizgisinden bağımsız bir liderlik potansiyelinin önünü açmama yönünde bir eğilim olabilir. Elbette bu doğrudan değil, daha çok dolaylı yollarla ve "sahipsiz bırakma" veya “unutma” şeklinde olabilir
Erdoğan tercihlerinin kelebek etkisi: Çok sayıda siyasi tutuklunun özgür bırakılmasına ilişkin 10’uncu yargı paketi tartışılırken, Selahattin Demirtaş aleyhinde 15 yıl hapis istemiyle yeni dava açılması onun bir tutukludan ziyade Erdoğan’ın inisiyatifine bağlı bir rehineye dönüştürmüş olması…
Ayrıca bu yazımızda Selahattin Demirtaş’tan esirgenen “vefa” kavramı üzerinde duracağız. Ancak “vefa” kavramına girmeden önce yazının başlığının neden “Ben Selahaddin’em Kendimce” olduğunu açıklamak isteriz. Bu başlıkla asıl yapmak istediğimiz bir özdeşleştirme ekseni oluşturmaktır.
Özdeşleştirme Ekseni: Selahaddin Eyyubi ve Selahattin Demirtaş
1. Yalnızlık Ortaklığı
Selahaddin Eyyubi, İslam dünyasında büyük bir strateji ustası, Kudüs fatihi olarak bilinirken; Batı dünyasında da bir "onurlu düşman", bir "medenî lider" olarak takdir görmüştür. Ama kendi halkı içinde kimi zaman yalnız kalmış, anlaşılamamıştır.
Selahattin Demirtaş da benzer şekilde, Türkiye'de “makul” bir Kürt lider, “barış diliyle konuşan bir siyasetçi” olarak muhalefet dâhil geniş kesimlerden takdir topladı. Ama kendi hareketi içinde, özellikle cezaevi sürecinde, tam anlamıyla sahiplenilmedi, kimi zaman stratejik gerekçelerle yalnız bırakıldı.
2. Stratejik Zekâ
Selahaddin Eyyubi, Kudüs’ü fethederken sadece askeri değil, diplomatik ve psikolojik savaş da yürütmüştü. Haçlılara karşı uyguladığı sabırlı, kuşatıcı ama gerektiğinde çok net ve kararlı çizgilerle kazanmıştı.
Demirtaş da özellikle 2013-2015 çözüm sürecinde, hem devlete hem de örgüte karşı denge politikası izlemiş, barışı savunurken halkın taleplerini meşru zeminde ifade etmeye çalışmıştı. Onun bu politik zekâsı, Kürt siyasi hareketinin imajını hem Türkiye'de hem de dünyada dönüştürdü.
3. Dante’nin yalnız Selahaddin’i
Dante'nin İlahi Komedya adlı başyapıtında Limbus (Limbo), Cehennem’in birinci katı olarak tasvir edilir. Limbus, ne cennet ne cehennemdir; arafî bir yerdir. Dante’ye göre burada:Vaftiz edilmeden ölen masum çocuklar (Hristiyan inancı gereği günahları olmamasına rağmen vaftiz olmadıkları için cennete giremezler);
YineHristiyanlık öncesi dönemin erdemli ama “kurtarılmamış” insanları, yani putperest kabul edilen filozoflar, şairler ve hükümdarlar vs.de cennete giremezler.
Dante’nin bu konuda bir ara çözümü vardır. Homeros, Aristoteles, Sokrat, Platon, Julius Sezar ve özellikle Müslüman olmasına rağmen Selahaddin Eyyubi cesareti, erdemi ve adaleti nedeniyle Limbus’a yerleştirilmiştir.
Bugüne indirgediğimizde Silivri gibi, Edirne Cezaevi gibi sembolik mekânlar için Limbus yakıştırması yapabiliriz.İlahi Komedya’da Limbus;Fiziksel ve manevi olarak azapsız ama huzursuz bir yerdir.Burada yaşayanlar Işıkla karanlık arasında, sonsuz bir durgunluk içindedirler.Sessizlik içinde unutulmuşlardır. Onlar için umutsuzluk yoktur ama umut da yoktur.
İlahi Komedya’dan can alıcı birkaç anekdot sonrasında bu faslı geçebiliriz. Şöyle der:
“Bırakın her umudu, ey buradan girenler.”
Bu söz, cehennemin kapısında yazılıdır ve doğrudan Limbus için değil, cehennemin tamamı için geçerlidir. Ancak Limbus’ta geçen daha özgün ve can yakan bir ifade vardır:
“Umudu olmayan bir özlemle cezalandırıldık.”
DEM Partinin net olmayan tutumu Demirtaş’ı ne tamamen dışlanmış bir figür ne de tam anlamıyla sahiplenilen bir lider gibi gösteriyor. Bu da onun bir anlamda arafta tutulmasına yol açıyor.
Selahattin neden Erdoğan’ın hedefi oldu?
"Seni Başkan Yaptırmayacağız" sloganı AKP ile Kürt siyaseti arasında derin bir kırılma hattına yol açtı. Selahattin Demirtaş strateji, taktik, arka kapı diplomasi vs. gibi angajmanları tamamen dışarıda bırakan çok net bir tavırla Erdoğan’a cephe açtı. Bu tavır Kürt siyasi hareketi tarafından bugün bile tartışılmaya devam ediyor.
Demirtaş’ın çıkışının nedenleri:
2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde %9.76 oy aldı. Kayıtsız kalamayacağı seçmen desteğinin onu Türkiye siyasetinde “alternatif lider” haline getirmesi,
Erdoğan’ınsistem değişikliğini hedefine cephe açması,
2015 Haziran seçimlerinde HDP’nin %13.2 oy alıp 80 milletvekili çıkarması AK Parti’nin tek başına iktidar olamamasına neden oldu. Ak Parti’nin seçim kaybının en önemli nedeninin Selahattin’in yürüttüğü seçim stratejisi olması…
"Seni başkan yaptırmayacağız!" çıkışı, yalnızca bir seçim sloganı değil, aynı zamanda Erdoğan'ın kurmaya çalıştığı yeni rejime karşı stratejik bir barajdı. Bu yönüyle de açık bir meydan okumaydı.
Demirtaş bu çıkışıyla Erdoğan’ın rejim inşasına doğrudan karşı çıkan tek lider haline geldi. Kılıçdaroğlu veya diğer aktörler bu denli net konuşmamıştı.
Erdoğan’ın bu sözleri kişiselleştirmesi, Demirtaş’ı bir “sistem tehdidi” olarak görmesine neden oldu.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra kurulan OHAL ortamı da bu “tehditleri” bastırmak için kullanıldı.
Abdullah Öcalan Erdoğan’a destek verdi mi?
2013-2015 çözüm sürecinde Abdullah Öcalan’ın doğrudan veya dolaylı olarak Erdoğan’a destek verdiği açıklamaları oldu. Özellikle 2014’te şu gelişmeler yaşandı:
Dolmabahçe Mutabakatı (Şubat 2015): AK Parti heyeti ile HDP heyeti Öcalan’ın çağrısıyla ortak açıklama yaptı. Bu süreç, Erdoğan’ın bilgisi dahilindeydi.
Öcalan, bazı mesajlarında "çözüm süreci ilerlerse anayasal değişikliklere destek olabiliriz" diyordu.
Fakat Erdoğan Dolmabahçe mutabakatını reddedince, süreç çöktü.
- Bu noktada Öcalan-Erdoğan ittifakı görüntüsü çatladı. Ama Demirtaş, Dolmabahçe’den önce Erdoğan’a açık muhalefet ederek hem Öcalan’ın siyaset alanını hem de Erdoğan’ın ajandasını zorladı.
Farklı siyasal tercihler Kürt hareketinde2 eksen oluşturdu
Stratejikyaklaşanlar:
“Erdoğan çözüm sürecine ilişkin vaatleri vardı; Demirtaş erken ve sert konuşarak bu süreci sabote etti” görüşünü savundular.
Öcalan’a rağmen doğrudan cephe alınması bir “merkez kaç” hareketi gibi görüldü.
Erdoğan gibi kullanışlı bir liderden faydalanılmaması eleştirildi.
İlkeselyaklaşanlar:
“Kürt siyasi harekete Erdoğan’a angaje olmadan kendine alan açmalıydı. Demirtaş bu cesareti gösterdi.”
Erdoğan’a güvenilemeyeceğini 7 Haziran sonrası gelişmeler (çatışmaların başlaması, Sur, Cizre olayları) kanıtladı.
Kürt siyasetinin Gezi ile olgunlaşan muhalefete sırtını dönmesi doğru olmazdı
Bugünden Geriye Bakarsak:
Eğer Demirtaş “seni başkan yaptırmayacağız” demeseydi, Kürt siyasetinin rejim karşısında pasif konumlandığı suçlaması daha baskın olabilirdi.
Eğer Öcalan’ın çizgisine sadık kalsaydı, belki bugünkü karizması ve halk desteği bu denli güçlü olmazdı.
Yani tarihsel olarak Demirtaş kendi riskini aldı ve bedelini de ödüyor.
Tam bu noktada bir “VEFA” tartışması açmak isteriz.
Vefa kavramı, sadece bireysel ahlaki bir duruş değil, aynı zamanda siyasal düşünce tarihinin de derinlikli kavramlarından biridir. Bir liderin, bir davanın yükünü sırtlandığında, bedel ödediğinde, hele ki bunu kişisel bir çıkar gözetmeden yaptığına inanılıyorsa, o lidere duyulan vefa bir halkın kendisine duyduğu saygının da ölçüsüdür.
Siyasi bir erdem olarak; vefa
Vefa, siyasal düşüncede sık sık sadakat, hatırlama, bağlılık ve hafızayla birlikte anılır. İbn Haldun için vefa, devletin kurucu ilkelerinden biridir. HannahArendt, totalitarizm analizinde "vefa yitiminin" toplumsal çözülmeyi nasıl hızlandırdığını anlatır.s
Bu açıdan bakarsak:
Selahattin Demirtaş, kendi kişisel konforunu değil, bir halkın siyasal temsiliyetini önceleyen bir siyaseti tercih etti ki hiç kolay değil.
2016’dan bu yana cezaevinde olması, küçük kızlarının büyümesini izleyememesi, içeride metin durmaya çalışırken dışarıda izolasyona maruz kalması, sadece bir politikacının değil, bir siyasal vicdanın nasıl sınandığını gösteriyor.
Bu bağlamda, Demirtaş’a gösterilemeyen vefa, Kürt siyaseti içinde sadece bir insani eksiklik değil, aynı zamanda bir siyasal ahlak meselesidir.
Vefa, yalnızca hatırlamak değildir; hatırlamayı istemek, hatırlamayı bir sorumluluk saymaktır.
Bugün Demirtaş’a vefa göstermeyen çevreler, bu tercihi sadece bir “siyasi denge” refleksiyle değil, aynı zamanda bir rahatsız edici hatıradan kurtulma duygusuyla yapıyor olabilirler. Çünkü Demirtaş hâlâ “ne olabileceğini” hatırlatan bir figür. Bir başka yolun mümkün olduğunu ve Kürt siyasetinin dar alanlara sıkışmak zorunda olmadığını hatırlatıyor.Bu nedenle vefa, burada yalnızca duygusal bir bağlılık değil; bir yön seçme meselesidir.
Selahattin Demirtaş, 2015’te Türkiye siyasetinin en yüksek çıtasına dokunduğunda, yalnızca partisinin oy oranını yüzde 13’ün üstüne çıkarmadı. Aynı zamanda sistemin merkezine cesurca yürüyen bir Kürt siyaseti inşa etmenin mümkün olduğunu gösterdi. Devletin onu hedef alması şaşırtıcı değildi. Asıl şaşırtıcı olan, muhalefet kanadının da bu hedef göstermeye eşlik etmesi oldu.Dokunulmazlığın kaldırılması ve cezaevine gönderilmesüreci, sadece iktidarın baskısı değil, muhalefetin —özellikle de CHP’nin— tarihi bir tercihindenkaynaklandı. Dokunulmazlıkların kaldırılması, sadece teknik bir oylama değil, aynı zamanda Kürt meselesi söz konusu olduğunda siyasi pusulanın hangi yönü gösterdiğini ortaya koyan bir gelişmeydi.
Hafızamızı tazelemek niyetine:
20 Mayıs 2016 tarihinde milletvekili dokunulmazlıklarıkaldırıldı.
Meclis’e o tarihe kadar 152 milletvekili hakkında düzenlenmiş olan 667 fezleke gönderildi.
667 fezlekenin 510'u HDP’li vekiller hakkındaydı.
Anayasa’ya eklenen geçici madde tüm fezlekeleri kapsadığı için CHP’li vekillerin dedokunulmazlıkları kaldırıldı.Ancak yargı süreçleri ağırlıklı olarak HDP'li vekiller üzerinde yoğunlaştı.
4 Kasım 2016 gecesi, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve birçok HDP'li vekil, evlerine yapılan eş zamanlı operasyonlarla gözaltına alındı ve ardından tutuklandı.Aynı gece tutuklananlar arasında Figen Yüksekdağ da vardı.
Tam burada bir tekrara ihtiyaç var; Kürt meselesi söz konusu olduğunda A, B, C partisine bakmadan Türkiye’nin siyasi pusulası aynı yönü gösterir. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, “Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” diyerek bu oylamada iktidarla aynı yönde oy kullanacağını ilan etmişti; elbette bu Kürtlerin aşina olduğu bir tavırdı…
Bu yazıda “vefa” mevzusunu uzatacağız; çünkü yaralı tarafımızdır.
Yaraya dokunmaya, yarayla yüzleşmeye cesaret edelim ki geride kalanlara mahcup olmayalım. Ve zamanı geldiğinde cesur bir yüzleşmeyle “seni geride bırakmadık” diyebilelim.
Bunu diyebilir miyiz?
9 yılı, tek bir insanın kaprise ve kindarlığına fedaolmuş Selahattin’e, “seni geride bırakmadık” diye öne çıkabilecek kaç kişi varız?
Bu doğrultuda, başka bir soruya muhatabız:
Bir halk, kendisi için bedel ödeyen bir lidere vefa göstermezse, gelecekte kim bu bedeli ödemeye cesaret edebilir?
Vefa kavramına, salt bir “duygusal sadakat” olarak değil, aynı zamanda siyasi hafıza olarak bakıyoruz. Halkların kendilerini var eden aktörleri unutması, yalnızca onları değil, kendi siyasal özlemlerini de silikleştirir. Demirtaş, partisi için olduğu kadar, halkı için de bir hafıza taşıyıcısıdır. Onun unutulması, sadece bir bireyin unutulması değil, bir hayalin, bir ütopyanın da unutulmasıdır.
Yazının başlığında Radi Fiş tarafından yazılan “Ben de Halimce Bedreddinem” isimli kitabın adından esinlenilmiştir.
Kaynak:Haber Merkezi




Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.