"HDP'de iç iktidar mücadelesi"

"HDP'de iç iktidar mücadelesi"
Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun, iç politikaya dair güncel meseleler üzerine Tigris Habere değerlendirmelerde bulundu.
Ali Abbas Yılmaz / Harun Aytulun / Özel haber

Ekonomik krizden MHP'nin af teklifine, Cumartesi annelerine yapılan müdahaleden yerel seçimlere, HDP'nin genel seçimlerdeki performansından  parti  içindeki "özeleştiri" polemiğine iç politikadaki birçok güncel meseleye dair  Tigris Habere konuşan Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun, önemli tespitlerde bulundu.

 

İktidar partisinin her seçim öncesi olduğu gibi erken seçim öncesinde de kendisinin tercih edilmesiyle "istikrar"ı özdeşleştirdiğine tanık olduk. Ancak seçimlerin erkene alınması tam da bir ekonomik kriz beklentisinden kaynaklanıyordu ve beklendiği gibi seçim sonrasında döviz kuru üzerinden ekonomik kriz ayak seslerini duyurdu. Sizce döviz kurundaki olağanüstü dalgalanmayla ekonomik piyasaları olumsuz etkileyen krizin altında yatan neden Rahip Brunson krizi midir ya da sizce söz konusu bu krizin nedenleri nelerdir?

Aslında Türkiye ekonomisini takip edenler uzunca bir süreden beri ekonominin iyi sinyaller vermediği konusunda hemfikirlerdi. Sadece dışarıdan veya muhalif ekonomistler değil, hükümetin içinden bazı isimler de açık uyarılarda bulunuyorlardı. Örneğin Mehmet Şimşek, neredeyse iki yıla yakın bir süredir, Türkiye ekonomisinin bir yapısal reforma ihtiyaç duyduğunu ifade ediyordu. Şimşek; sürdürülen ekonomik model ile gelişmenin bir sınır olduğunu, Türkiye’nin artık gelip bu sınıra dayandığını, üretim ve sanayiye ağırlık verilmesi için temel noktalarda bazı adımlar atılması gerektiğini belirtiyordu.

 

Bu temel adımlar neden atılmadı?

Başlıca iki sebep söylenebilir: Biri, Erdoğan’ın ekonomi anlayışı ve ekonomi kadrosudur. Söz konusu anlayış ve kadronun, AK Parti’nin başarılı ekonomik karnelerini yaratan anlayış ve kadrodan tamamen farklı olduğu ortadadır. Diğeri ise, seçim takvimidir. Ardı ardına gelen seçimler, ekonomik alanda yapılması gerekenleri hep ileri tarihlere erteledi. Mesela herkesin üzerinde mutabık olduğu noktalardan biri, gerek devletin ve gerek özel sektörün bir kemer sıkma politikası uygulaması gerektiğiydi. Ancak peş peşe yapılan seçimler bunu imkânsız kıldı. Bu da tabloyu ağırlaştırdı ve uzun süredir beklenen ekonomik krizin kapıyı çalmasına neden oldu.

Yani ortada bir sürpriz yok, öyle mi?

Kesinlikle. Bugün ekonomik sahada yaşananlarla ilgili bir sürprizden bahsedemeyiz. Ülke içindeki veya ülke dışındaki iki-üç ciddi ekonomisti takip eden herkes mevcut manzarayı tahmin edebilirdi. Aslında hükümetin de bu krizi bildiğini veya beklediğini söylemek mümkündür. Nitekim Kasım 2019’da yapılması gereken seçimlerin baskın bir kararla Haziran 2018’e çekilmesi de bu çerçevede değerlendirilebilir. Hükümetin gelmekte olan derin krizi gördüğü ve krizinin etkileri daha yeterince hissedilmeden bir an önce seçime gitmeyi kendisi açısından bir zorunluluk olduğu söylenebilir. Dolayısıyla ekonomide yapısal bir problem yaşıyoruz, ilk etapta krizin etkilerini azaltmak ve akabinde krizin üstesinden gelmek için ekonominin yapısal bir reforma tabi tutulması icap ediyor.

 

Bu noktada Brunson Krizi ne anlam ifade ediyor?

Benim izlediğim ekonomistlerin üzerine basa basa vurguladıkları bir husus var:  Bir ülkenin ekonomisinde sorun yaratan faktörler başlıca iki gruba ayrılır: Yapısal faktörler ve tetikleyici faktörler. Hâlihazırda Türkiye ekonomisini dara sokan faktörler yapısaldır. Türkiye ile ABD arasındaki Brunson Krizi, tetikleyici bir işlev görmüş olabilir, ama krizin asli sebebi bu değildir. Oysa hükümet, ekonomide yaşanan bütün olumsuzlukları Brunson krizine bağlayarak açıklıyor. Ekonomide işlerin bozulduğunun artık saklanamaz bir seviyeye geldiği sırada patlak veren krizi, ekonomideki kötü gidişatın üzerini örten bir şal olarak kullanıyor. Bir başka ifadeyle Brunson Krizi, hükümetin yapmış olduğu yanlışlıkları perdeleyen bir işlev görüyor.

Bir nevi günah keçisi oldu Brunson.

Evet. Bilhassa TL’nin değer kaybı ve ABD Dolarındaki artışın sadece Brunson’dan kaynaklandığına dair bir algı yaratıldı. ABD’den gelen açıklamalar da bu algıyı pekiştirdi. Başkan Trump’ın, Başkan Yardımcısı Pence’nin ve diğer ABD’li yetkililerin Türkiye’yi hedef alan sözleri, Türkiye’ye karşı bir operasyon yapıldığı düşüncesinin toplumun bazı kesimlerinde güçlenmesini sağladı. Oysa hepimiz biliyoruz ki, Brunson hemen serbest bırakılsa ve devlet töreniyle evine gönderilse dahi, ne Türkiye ile ABD arasındaki gerginlikler son bulur ne de ekonomideki problemler giderilir. Dolayısıyla bütün bir ekonomik tabloyu salt Brunson üzerinden okumak bizi doğru sonuca ulaştırmaz.

 

Bazı yorumcular “Bu bir ekonomik kriz değil siyasi krizdir” dediler. Katılıyor musunuz?

Öncelikle, ekonomi ile siyasetin birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmalarının mümkün olmadığını belirtmeliyim. Aralarında herhangi bir ilişki bulunmayan ve birbirlerine değmeyen kompartımanlar değildir bunlar. Hiç kuşku yok ki, bugünlerde Türkiye ile ABD arasında yalnız ekonomik çekişme değil, ağır siyasi sorunlar da yaşanıyor. Her bir alandaki gelişme de bir diğerini etkiliyor.

Nedir bu siyasi sorunlar?

Başlıca üç sorundan bahsedilebilir: Birincisi, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze savunma sistemi alacağını açıklamasıdır. ABD, bunun NATO’nun savunmasını zayıflatacağını belirtiyor ve bu kararından vazgeçirmek için Türkiye’ye hem askeri hem de diplomatik baskı uyguluyor. İkincisi, Suriye’de ABD’nin PYD/SDG ile kurduğu ilişkidir. ABD, PYD/SDG’yi Suriye’de müttefiki olarak görüyor. Türkiye ise PYD/SDG’yi bir terör örgüt olarak niteliyor. Yani PYD/SDG’ye bakışta iki ülke arasında uçurum var ve bu da sürekli bir sürtüşmeye neden oluyor. Üçüncüsü de, FETÖ’dür. Türkiye, 15 Temmuz askeri darbesinin lideri olarak gördüğü Gülen’in ABD’den istiyor; ancak ABD Türkiye’nin bu talebini bugüne kadar karşılamış değil. Gülen’in ve FETÖ mensuplarının ABD tarafından koruma altına alınması, Türkiye ile ABD arasındaki tansiyonu daha da artırıyor.  Siyasetteki bu ayrışma, doğal olarak, ekonomiye de tesir ediyor. Hal bu iken bütün ekonomik ve Brunson üzerinden okumak gerçeği anlamamızı engeller.

 

Hem ABD hem de Türkiye Brunson Krizini kendi çıkarları için kullanıyor mu sizce?

Bana göre, durum tam da budur. Erdoğan da Trump da Brunson Krizi üzerinden siyasi sörf yapıyorlar. Erdoğan, ekonomide olan biten bütün olumsuzlukları Brunson’a yükleyerek kendini aklamaya çalışıyor. Trump ise Brunson’u Kasım’da yapılacak olan seçimler için bir propaganda malzemesi olarak kullanıyor. Temsilciler Meclisi’nin tamamının ve Senato’nun bir bölümünün yenileyeceği bu önemli seçimler öncesinde Trump, önemli bir lobi gücüne sahip olan Evanjelikleri, Brunson meselesi üzerinden motive ederek kendi etrafında toplamaya gayret ediyor. Yani Brunson’un; hem Erdoğan hem de Trump için çok elverişli bir malzemeye dönüşmüş olduğu söylenebilir.

Hükümet kanadında döviz kurundaki olağanüstü dalgalanmanın spekülatif olduğu konusunda açıklamalar var. Ancak piyasada fiyat artışının yapılmadığı ürün kalmadı ve söz konusu bu durum vatandaşın alım gücünde ciddi düşüşlere yol açtı...

Ekonomik olarak hemen bütün ülkelerin birbiriyle bağlantılı olduğu bir dünyada dövizdeki herhangi bir dalgalanmanın bizim yaptığımız işlemlere ve harcamalara değmemesi düşünülemez. Dolardaki artış bizim hayatımız da etkiledi etkiliyor ve daha da etkileyecek. Devlet, ardı ardına zamlar yapıyor. Firmalar ya fiyat artışına gidiyor ya da gramajını düşürüyor. Her halükarda vatandaşın alım gücünde ciddi bir sarsıntı meydana geliyor. Uzmanlar, yaşanana krizin gündelik hayata tesirinin asıl olarak iki-üç ay sonra hissedileceğini belirtiyorlar. Kış geldiğinde, soğuklar ve yağışlar bastırdığında, okullar açıldığında ve harcama kalemleri çoğaldığında krizin ne denli derinlere işlediğinin daha net görüleceğini ifade ediyorlar. Bununla birlikte şimdiden de insanların alım güçlerinin düştüğü, herhangi bir ekonomik adım atarken çok daha ihtiyatlı hareket ettikleri gözlemlenebiliyor.

Yerel seçimler de yaklaştı ve hâlihazırda ekonomik kriz kapıyı bacayı sarmak üzere. Sizce bu ekonomik krizin yerel seçimlerde seçmen davranışı üzerinde bir değişikliğe yol açar mı?

Seçmen davranışını belirleyen birçok etken var; ekonomi de bunlardan biri ve belki de en önemlisi, ancak tek etken değil. Krizin seçimi etkileyebilmesi için muhalefetin topluma bir alternatif sunabilme kapasitesiyle bağlantılıdır. Eğer muhalefet bu ortamda da kitlelere herhangi bir alternatif sunmaz, onları ikna etmez ve tatmin edici bir siyasi program ortaya koyamaz ise, sadece krizden ötürü iktidarın güç kaybetmesi sınırlı olur. Tekrar edeyim; ekonomik gidişatın kötü seyretmesi, şüphesiz iktidarı yıpratır. Fakat bu yıpranmanın ne kadar olacağını muhalefetin izleyeceği siyaset belirler. Bu bağlamda muhalefetin, ekonomiyi düze çıkarma ve halka güven telkin etme bağlamında pek parlak bir görüntüye sahip olmadığı açık olsa gerektir.

Bugünlerde MHP'nin af teklifi hazırlığı basına yansıdı ancak hükümetin de bu konuda af'a kapıları açmayacağına yönelik beyanları geldi. Sizce af konusu İktidar ile ortağı arasında bir soruna dönüşür mü?

Af teklifinin iktidar ortakları arasında bir kriz yaratma ihtimalini düşük görüyorum. MHP’nin seçim öncesinde gündeme getirdiği af teklifine, kendine zarar vereceği endişesiyle, sıcak bakmamıştı. Bugün de AK Parti, bunu bir hükümet politikası olarak desteklemeyebilir ama bundan ötürü MHP ile köprüleri atmaz. Her ne kadar konu kamuoyunda “af” olarak tartışılıyorsa da, MHP’nin önerisi teknik anlamda bir “af”ı değil, infaz sisteminde bir düzenlemeyi içeriyor. Bunun şöyle bir önemi var: “Af” anayasa değişikliğine ihtiyaç duyuyor; infazda yapılacak bir değişiklik için böyle bir mecburiyet bulunmuyor. Dolayısıyla nitelikli bir çoğunluğa gerek kalmadan bu öneriyi yasalaştırmak mümkün hale geliyor. Af kavramı bir kez telaffuz edildikten sonra siyasi partilerin bunun karşısında durması çok zor; öyle ya da böyle bir düzenleme yapılır.

Cumartesi Anneleri’nin oturma eylemine yönelik polisin sert müdahalesi ve sonrasında İçişleri Bakanı Soylu'nun bu müdahale'yi savunan sert açıklamaları oldu. Siz kayıp yakınlarının eylemine yönelik iktidarın böylesine sert bir tutum değişikliğine gitmesini neye bağlıyorsunuz?

Bu müdahalenin hukukla izah edilebilir bir tarafı bulunmuyor. Çünkü gerek anayasa gerek Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi barışçıl toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını teminat altına alır. Buna göre herkes, istediği bir konuda başkalarına zarar vermemek ve şiddete başvurmamak koşuluyla toplantı yapabilir, gösteri düzenleyebilir, düşüncelerini dile getirebilir.

Cumartesi Anneleri bu kategoride mi yer alır?

Şüphesiz. Cumartesi Anneleri’nin 1995 yılından bu yana yaptıkları eylemlere bakıldığında, bu eylemlerin tamamen barışçıl eylemler olduğu görülür. İnsanlar önce sessizce oturuyorlar, ardından her toplantının sonunda bir kayıp öyküsü anlatılıyor ve yine sessiz bir şekilde dağılıyorlar. Eylemler, kamuoyunda bir duyarlılık oluşturmak ve iktidarı talepler için harekete geçirmek maksadıyla yapılıyor. Talepleri belli; Kaybedilen yakınlarını bulmak, ölmüşlerse mezarına kavuşmak ve onların yasını tutmak. Son derece meşru ve demokratik olan bu istemlere TOMA’larla, plastik mermilerle, biber gazlarıyla saldırmak hukuki olarak ne açıklanabilir ne de kabul edilebilir.

Peki, hükümet bunu neden yapıyor?

Zannımca hükümetin gayesi, her türlü muhalefeti mutlak manada bir terör şemsiyesi altına almaktı. Cumartesi Anneleri’ne reva görülen de muhalefeti terör ile yaftalama siyasetinin bir yansımasıdır. Erdoğan’ın 2011’de kabul edip sitayişle bahsettiği annelere karşı bu sert tavır; ancak muhalefeti sindirmek ve demokratik olanı dâhil olmak üzere bütün bir muhalefeti terörle ilişkilendirmek ve muhalefetin kamusal alanda görünürlüklerini azaltmak amacıyla açıklanabilir.

Bir “Eski Türkiye” tavrı…

Aslında Eski Türkiye’yi sahiplenme tavrı; İçişleri Bakanı’nın açıklamaları, 1990’lı yıların kirli ve kanlı geçmişine sahip çıkma manifestosu gibi. AK Partililerin bu dil üzerine şapkalarını önlerine koymaları lazım; daha dün demokratik taleplerin taşıyıcılığını yaparken bugün karanlık bir dönemin mirasçısı havalarına bürünmenin ne hayra yorulabilir ne de iftihar edilebilir bir yönü bulunmuyor.

HDP'nin genel seçimlerdeki performansının nasıl buluyorsunuz?

Elbette 24 Haziran farklı okumalara tabi tutulabilir. Bir açıdan, son iki-üç yıldır ciddi yaptırımlar altındaki bir partinin % 12 oranında bir oy alması başarı olarak kabul edilebilir. Bir başka açıdan, HDP’nin geleneksel olarak güçlü olduğu illerde oy kaybetmesi başarısızlık olarak değerlendirilebilir. Sağlıklı bir muhasebe, olumlu/olumsuz bütün parametrelerin ele alınmasını ve her iki açının da hesaba katılmasını gerektirir. HDP’de seçim sonuçları hakkında Van'da üç gün süren bir toplantı yapıldı. Ancak burada ne tür kararlar alındığına ve bundan sonrası için nasıl bir yol haritasının belirlendiğine yönelik kamuoyuna yansıyan bir bilgi olmadı.

Bu noktada Demirtaş'ın partisine yönelik özeleştiri çağrısı ve bu çağrıya verilen yanıtı nasıl değerlendiriyorsunuz?

İlk kez bu kadar doğruda ve bu kadar sert olması nedeniyle Demirtaş’ın eleştirileri dikkat çekti. Ben bu tartışmanın yapılmasının HDP için yararlı olduğu kanısındayım. Zira kısa bir süre sonra yerel seçimlere gidilecek ve HDP’nin -24 Haziran’dan daha iyi bir netice elde etmek istiyorsa- önceki seçimlerde yaptığı yanlışlıkları tekrar etmemesi gerekecek. Bu da partisinin bir özeleştiri mekanizmasından geçmesi gerektiğine işaret ediyor. Demirtaş’ın açıklamasında en önemli vurgu buna dairdi. Ancak HDP yönetimi, Demirtaş’ın açıklamalarının tarzını da içeriğini de yanlış bulduğunu belirtti. Bütün bunlar HDP içinde işlerin biraz karıştığını gösteriyor.

Bu farklılık HDP içinde bir kırılma yaratır mı?

Eğer “kırılma” derken kastınız, HDP'den bazı kişilerin ayrılması ve HDP içinden yeni bir siyasal hareketin doğması ise, böyle bir ihtimalin olmadığı kanısındayım. Dolayısıyla yaşananlar HDP içinde bir tartışmayı alevlendirebilir, kazanları kaynatabilir ama HDP içinde bir kırılma yaratmaz. Sanırım bütün bunları HDP içi iktidar mücadelesi olarak tanımlamak daha doğru olur. Uzun bir süre kendisinden bir ses çıkmayan ve partisi tarafından da gündeme taşınmayan Demirtaş, bu çıkışıyla HDP’nin iktidar yapısı içinde halen var olduğunu, kendisini taca çıkarmaya dönük faaliyetlere sessiz kalmayacağını duyurdu. Yine altını çizmek isterim ki, eğer bu mücadeleler partide yeni bir siyaset dili ve tarzına ilişkin arayışları tetikleyecekse, bunlardan ürkememek gerekir. 

 

 

 

 

Etiketler :
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.