‘Kayyum hikâyesi’ ve ‘eşeğin gölgesi davası’!

‘Kayyum hikâyesi’ ve ‘eşeğin gölgesi davası’!
Gazeteci Cevat Korkmaz ve Akademisyen Mehmet Aslan, 8 yıl önce başlayan ‘kayyum Hikâyesi’nin tarih ile bağını inceledi.

TİGRİS HABER - Gazeteci Cevat Korkmaz ve Akademisyen Mehmet Aslan, 8 yıl önce başlayan ‘kayyum Hikâyesi’nin tarih ile bağını inceledi. Antik Yunan’dan günümüze yansıyan hikâyeler ile Kayyum hikâyesini buluşturan son derece önemli bir yazı. Aslında hikâye son 8 yıla ait bir hikâye değil, yazının bu açıdan tarihi gerçekler ışığında hafızalarımızın hatırlama biçimlerine hitap etmesi son derece önemli. Kayyum hikâyesi” ile antik Yunan’da Abderalıların ‘eşeğin gölgesi davası’ hikâyesi arasındaki bağ çok naif anlatılmış. (Tigris’in notu)

Cevat Korkmaz-Mehmet Aslan

“Kürt kökenli yerli memurlar tümüyle bölgeden çıkarılmalı”

“Dersim’e iyi yetişmiş idealist memurlar tayin edilmeli”

“Yüksek memurlara sömürge yönetimlerindeki yetkiler verilmeli”

Yukarıdaki cümleler Mareşal Fevzi Çakmaz tarafından 1931 yılında yazılan Dersim Raporu’ndan… Hüseyin Yayman tarafından yazılan “Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası” isimli kitap, Kürtlere ve yaşadıkları coğrafyaya ait çok sayıda raporun analizini içeriyor. 2011’in nispeten barış atmosferi içerisinde yazılan bu kitap, bugünün koşullarında yazarının yargılanmasına yol açacak bir içeriğe sahip.

Neticede 100 yıllık cumhuriyetin, barış dönemindekine benzer kısa süreli sapmalar haricinde istikrarlı olduğu tek konu Kürtlere yönelik güvenlik eksenli yaklaşımları olmuştur. Fevzi Çakmak, Abidin Özmen gibi devletin üst düzey memurları Kürt meselesinde çıtayı oldukça yukarıya taşırlar. “Dersim’in yönetimi, sömürge yönetimi gibi ele alınmalı ve burada bir sömürge idaresi kurulmalıdır”ve Kürtler Türk toplumu içerisinde eritilmelidir sözleri Çakmak’a aittir. Bu raporda çok önemli iki yaklaşım var. Birincisi, lafı hiç dolandırmadan sömürge yönetiminin önerilmesi; ikincisi de “eritme” ile sonraki dönemde daha da olgunlaştırılacak olan “asimilasyon” kavramına kapıyı açmasıdır.

Dersim isyanının bastırılmasında jenoside varan uygulamaların mimarı, birinci umum müfettiş Zeynel Abidin Özmen’in Kürt meselesinin çözümüne yönelik raporu tam anlamıyla faşizan bir dokümandır. Fevzi Çakmak’ın “eritme” siyasetini, ilk defa “asimilasyon” olarak tanımlayan ve bunun uygulanması için de, 20 yıllık sürede ve düzenli olarak Kürt nüfusun batı bölgelerine transfer edilerek yok edilmesini öneren Abidin Özmen’dir. Raporda geçen “yok etme” sözcüğü jenosid, ya da soy kırım anlamında değil dilsel, kimliksel ve kültürel anlamda yok etmeyi ifade etmektedir.

‘100 yıllık cumhuriyetin Kürt macerası’

100 yıllık cumhuriyetin Kürt macerası hakikatten çok ilginçtir. Çoğunlukla askeri ve nüfusa yönelik demografik yöntemler tercih edilmiştir. Şark Islahat Planının, Şeyh Sait isyanından sonra irtica ile mücadele için çıkartıldığı söylenir ama içeriğe bakıldığında hedefin Kürtlük olduğu açıktır; çünkü planın asıl maksadını Kürtçenin yasaklanması oluşturur. Kürtlerin memur ve jandarma olarak atanmamaları, isyana katılanların batıya sürgün edilmesi, boşaltılan yerlere de Türk muhacirlerin yerleştirilmesi planın diğer hedefleri arasındadır. Demokrat Parti’de özellikle 1954 seçimleri sonrasında Kürt meselesi için güvenlikçi politikaların dışına çıkma çabası görünür. Bölgeyle yeniden bağ kurma girişimleri seçim sonuçlarına da yansır. Mecliste 8 vekille temsil edilen Diyarbakır’da bütün vekillikleri DP kazanır. 8 vekilden biri de, daha sonraki dönemlerde sağlık bakanı olarak görev yapacak olan Yusuf Azizoğlu’dur. 1960 darbesiyle devlet, kısa süreli sapmadan, her zamanki yöntemine, güvenlikçi ve inkârcı yaklaşımına geri döner. Darbe sonrası Devlet Planlama Teşkilatına hazırlatılan Kürt raporu malum ezberi tekrarlayarak güvenlik ve iskan politikalarıyla sorunu çözmeyi önerirken “Kürtler” yerine “kendini Kürt sananlar” gibi tuhaf bir tanımlama tercih ediyor.

‘Bir gözümü kör et’ meselesi!

Türk devleti “kendini Kürt sananlar” ile sürdürdüğü patalojik ilişkisinden kendisini tüketmek pahasına vazgeçemedi, geçemiyor. Önüne Avrupa hedefi koyuyor; ancak hak, hukuk eksenli yaklaşımlarla Kürtlerin görünür hale gelecek olması kaygısıyla bu hedefinden vazgeçiyor. Hukuk ve demokrasiye bağlı bir devlet olacağım diyor, Kürtleri dışarıda bırakayım derken kendisini Ortadoğu’nun üçüncü sınıf totaliter devletine dönüştürüyor. Kürtleri elimine etmek için para militer yapılar, karanlık güçler oluşturuyor, sonra bir bakıyor bu yola revan olan kriminal profiller ülkenin bünyesinde onulmaz patojenler oluşturmuş. Bu biraz lambadan çıkan cin meselesine benziyor. Cin, lambayı elinde tutan kişiye, benden öyle bir şey iste ki komşuna da iki katını vermiş olayım. Lambayı elinde tutan kişi de hiç düşünmeden bir gözüm kör olsun diyor. Türkiye’nin Kürt meselesine yaklaşımı cin örneğini çağrıştırıyor. Kürdün iki gözünün de görmemesi koşuluyla Türk devleti dünyaya tek gözle bakmaya razı görünüyor.

Bugüne geldiğimizde de aynı patolojik davranış, aynı anomali “kayyum” meselesiyle devam ettiriliyor. Kürt temsil edilmesin diye Türkiye kendisini, sistemini, yarım yamalak hukuk ve demokrasisini tüketmeye devam ediyor.

31 Mart yerel seçimlerinde Ak parti ilk kez seçim mağlubiyetiyle yüzleşince toplumda bu mağlubiyetin iyi şeylere vesile olacağına dair bir beklenti oluştu. Bunun muhtemelen psikolojik bir izahı vardır. Öyle bir hava oluştu ki, toplumdaki normalleşme isteği, hukuk ve demokrasiye dönme arzusu sanki Ak Parti veya Recep Tayyip Erdoğan’ın talebiymiş gibi bir yanılsama oluştu. Oysa ne Ak Parti, ne de Cumhurbaşkanı Erdoğan böyle bir yaklaşım göstermiş değil. Hangi normalleşme? Toplum olarak mitomaniye mi yakalandık? Daha 1 ay önce 1 Mayıs kutlamaları için meydanlara çıkan gençler, emekçiler ev baskınlarıyla gözaltına alındı, tutuklandı. Halen çoğu öğrenci 77 kişi tutuklu durumda. Bu iktidar gençlerin sınavları, eğitimleri, sene kaybedecek olmaları, gelecekleriyle zerre kadar ilgili olsa normalleşmenin “n” harfini konuşmaya başlayabilirdik. Ancak bu seçenekler rantla malul ve iyice kriminalize olmuş bir iktidar için geçerli değil.

Toplum normalleşme diyerek kendi kendine gelin-güvey olurken, Hakkâri’yle birlikte belediyelere kayyum atanmasına startı verildi. Şimdilik Dem Parti’nin kazandığı toplam 75 belediyeden 26’sına yönelik dava süreçleri başlatıldı.

Hakkında inceleme başlatılan büyükşehir belediye başkanları:

  • Mardin
  • Van

Haklarında inceleme başlatılan il belediyesi başkanları:

  • Siirt
  • Ağrı
  • Dersim
  • Batman

Haklarında inceleme başlatılan ilçe belediyesi başkanları:

Anayasa’nın 127 nci maddesi şöyle diyor “…görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılan mahalli idare organları veya bu organların üyelerini, İçişleri Bakanı, geçici bir tedbir olarak, kesin hükme kadar uzaklaştırabilir.” Anayasanın ilgili maddesi “kayyum” konusunun geçici bir tedbir olduğunu söylüyor; ancak bölge söz konusu olduğunda kayyum atanmasının kalıcı bir tedbir olduğu anlaşılıyor. Kayyum meselesini hukuki açıdan tartışacak kadar saf değilim. Türkiye’de hukuk, Süleyman Soylu’nun “biz yapalım, hukuk arkadan gelsin” sözleriyle tam da yerli yerine oturmuş bir kavram. Özellikle Ak Parti’nin 2011 seçimlerinden sonraki dönemde hukuk iktidar uygulamalarına kılıf oluşturan ve arkadan gelen bir mekanizmaya dönüştü. Dolayısıyla olmayan bir şeyi merkeze alıp tartışmak, yetmiyormuş gibi “ama bu hukuksuzluk” diyerek şaşırmak, ancak Cem Yılmaz kıvamında bir espri olur. Fazla kapılmamak gerektiğini öneririm…

Hukukun arkadan gelmesine, sipariş üzerine suç dosyalarının oluşturmasına, istikbalini iktidara biyat etmeye endekslemiş gereğini yapan sözde savcılara rağmen kurgunun işlemediği de oluyor. “Olmayınca, olmuyor” denir bazen. 674 sayılı kanun hükmünde kararnamenin 38’inci maddesine dayanarak 1 Eylül 2016’da belediyelere kayyum uygulaması başlamış oldu. Milliyetçi hamasetle sert rüzgarlar estirildi ve ortalama milli irade insanı “terör” kavramı üzerinden ikna edildi. Ancak sonuç arzu edildiği gibi olmadı. Arkadan gelen hukuk, bütün becerisine rağmen suç oluşturmakta kifayetsiz kaldı.

Birinci kayyum döneminde BDP’nin 2014 yerel seçimlerinde kazandığı 102 belediyenin, 95’ine kayyum atanırken, 93 belediye başkanı tutuklandı ve yapılan yargılamalar sonucunda 15 belediye başkanı ceza aldı. 2016’daki siyasi havayı hatırlayalım. 15 temmuz 2016’daki darbe girişimi sonrası bir yandan “Fetö”, bir yandan “terör” kavramları üzerinden sorgusuz sualsiz bir dönem hakim. Böyle bir döneme rağmen tutuklanan 93 başkanın ancak 15 için suç oluşturulabilmiş. Yüzdesini hesapladığımızda, tutuklananların % 16’sı ceza almış buna karşılık tutuklu yargılananların %84’ü, arkadan gelen hukuka rağmen serbest kalmış.

Kayyum atama meselesi çoğu zaman rant ile ilişkilendirilir. Elbette ki meselenin rant boyutu da var; ancak öncelikli amaç Kürtler’in temsil hakkının ellerinden alınması ve siyasi tercihlerinin cezalandırılmasıdır. Siyasi tercihlerin cezalandırılması ve temsil hakkına engel olunmasına en iyi örnek 2014 mahalli seçimleriyle iş başına gelen yaklaşık 300 muhtarın yerine kayyum atanmasıdır. Yani sadece il ve ilçeler üzerinden kazanılmış temsil hakkı değil, aynı zamanda mahallerin yönetilmesi hakkına da doğrudan müdahale edilmiştir. Bir diğer önemli detay ise kayyum atamalarının ardından 15 bine yakın belediye çalışanın işlerinden uzaklaştırılması ve yerlerine iktidarın siyasi tercihlerine bağlı atamaların yapılmasıdır.

2016’da başlayan birinci kayyum dalgasına ilişkin değerlendirilmesi gereken diğer bir konu, tutuklanmalarına rağmen haklarında berat kararı verilen başkanların durumu. Mesele en baştan temsil hakkının bloke edilmesi olduğundan, beraat eden başkanların göreve iade edilmelerinde de aynı direnç devam ediyor. Çoğu zaman seçim döneminin sona ermesi için yargılama süreçleri uzatılıyor. Öyle ki, bütün hukuki süreçleri tamamlayıp göreve iade kararı alan başkanların, 5 yıllık seçim dönemi tamamlandığı için iade edilecek bir görevleri de olmuyor.

31 Mart 2019 yerel seçimleri sonrasında Ergani belediye başkanı seçilen Ahmet Kaya’nın durumu, yargılama sürecinin olumlu sonuçlansa bile neler olduğuna ilişkin iyi bir örnek. Öncelikle 2019 seçimlerinde Ergani belediye başkanı seçilen Ahmet Kaya HDP geleneğini temsil etmiyor. PIA’nın (Partiya Insan û Azadi-İnsan ve Özgürlük Partisi) genel başkan yardımcısı ve kurucularından. Partinin ideolojik kökenine baktığınızda Menzil, Nur cemaati, Med-Zehra gibi yapıların konsorsiyumu gibi nitelendirilebilir. Parti adına yapılan açıklamalarda, hedef kitlesinin mütedeyyin Kürtler olduğu anlaşılıyor. Ancak HDP ile seçim ittifakı yapıldığı anda partinin İslami köklerinin iktidar için bir anlam ifade etmediği anlaşılıyor. Ahmet Kaya olayı üzerinde kayyum sisteminin psikolojik reflekslerine bir göz atalım:

31 Mart 2019 yerel seçimlerinden yaklaşık 4,5 ay sonra 19 Ağustos’ta Diyarbakır, Mardin ve Van belediye başkanları Adnan Selçuk Mızraklı, Ahmet Türk ve Bedia Özgökçe Ertan, İçişleri Bakanlığı tarafından görevlerinden alınarak yerlerine kayyum atandı. 2019 dönemine ait en son kayyum atama uygulaması ise 23 Mart 2020 tarihinde gerçekleştirildi. Dolayısıyla da Ahmet Kaya görevden en son alınan belediye başkanları arasında yer alıyor. İslami desenleriniz ve ideolojik yakınlığınıza rağmen Kürtlük konusunda bir derdiniz varsa size gösterilen iltimas, seçimden 4,5 ay değil, 1 sene sonra görevden alınmak oluyor.

23 Mart 2020 tarihinde Ahmet Kaya görevden alınıp yerine Ergani kaymakamı kayyum olarak atanınca iş yargıya intikal etmiş oldu. Görevden alınan Kaya, emniyetteki ifadesinin ardından savcılık kararıyla serbest bırakıldı. Yani Kaya’yı şeklen de olsa cezaevinde tutacak bir gerekçe yoktu; ancak kayyum atanmasına şeklen de olsa bir gerekçe oluşturabilmek için Kaya’nın tutuksuz yargılanmasına devam edildi. Bu kayyum komedisini Diyarbakır 8’inci Ağır Ceza Mahkemesi ancak 2 celse sürdürebildi ve 30 Mart 2021’de Kaya’nın tahliyesine karar verildi. Normalde belediyelerin 5 yıllık görev süreleri dikkate alınarak zamana yayılan davaların aksine bu dava, görevden almanın 1 yıl sonrasında tamamlanmış oldu. Gelin görün ki, yargılanma gerekçesi sembolik kurgulara dayandırılınca, Ahmet Kaya’nın berat etmesi Diyarbakır valiliğinin gözünden kaçmış oldu. Adli yargıda da, idari yargıda da verilen kararlar için belirli itiraz süreleri vardır. Mesela ceza mahkemelerinde verilen kararlara itiraz süresi 2 haftadır. Verilen kararın üzerinden 2 hafta geçtikten sonra (ki 1 gün geçse bile durum değişmez), yaptığınız itirazı UYAP sistemine işlemesine imkân yoktur. Diyarbakır valiliği Kaya’nın beratına itiraz süresini kaçırınca, berat kararı kesinleşmiş oldu. Ancak bu olaydan öğrendiğimiz en değerli şey, bütün meselenin temsil hakkına el koyma çabası olduğu ve “suç” denilen kavramın hiçbir öneminin olmadığıdır. Nitekim Kaya’nın suçsuzluğu kesinleşmiş olmasına rağmen valilik berat kararından haberi olmadığını ve olayın mağduru olduğunu bildirince mahkeme bir yolunu bulup, kararın düzeltmesi için davanın İstinaf mahkemesine taşınmasına vesile oldu.

Bundan sonrası tam bir stand up gösterisi. Çünkü bu mizahı ancak Cem Yılmaz şovunda bulabilirsiniz. Valilik berat kararına itiraz süresini kaçırınca davayı Yargıtay’a taşıma şansını da kaybediyor. İstinaf mahkemesine gitmek size en fazla 1 yıl daha kazandırır. Yani Mart 2021’deki berat kararı için son söz söylenmiş oldu. O da nereden baksanız sizi 1 yıl sonrasına, yani Mart 2022’ye taşımış olsun. Sonraki yerel yönetim seçimleri 31 Mart 2024’te ise aradan kalan 2 yılın için temsil hakkı nasıl bypass edilir? İşte asıl mesele bu. Diyarbakır valiliği son bir çırpınışla, kalan 2 yılı kurtarmak ve Ankara’dan “aferin” almak ve davayı Yargıtay’a taşımak için son bir umutla istinaf mahkemesine başvurur ama oldukça absürd olan bu talep istinaf tarafından reddedilir. Böyle bir ihtimal Ankara ve İçişleri Bakanlığı için oldukça sevimsiz bir konuya dönüşür. Muhtemelen Diyarbakır valiliği bu süreçteki dalgınlığı için azarı yemiştir. Çünkü 5 yıllık görev süresi hukuki manevralarla tamamlanmamış olduğunda, konunun muhatabı valilik değil, İçişleri Bakanlığı olur. Ahmet Kaya davasında hukuki süreçlerin arzu edilenden daha kısa sürede sona ermesi ve berat kararının kesinleşmesiyle göreve iade talebiyle İçişleri Bakanlığına başvuru yapıldı. Bundan sonrası tam komedi. Mesela bir iktidar siyasetçisine “Ahmet Kaya’yı niye göreve iade etmiyorsunuz” diye sorduğunuzda size “bizim yapacağımız bir şey yok, bu tamamen bağımsız yargının kararı” diyemeyecek; çünkü yargı kararını vermiş. Ve verilen karara göre ortada ne bir suç, ne de suçlu var. Bu durumda bile aslen HDP’li olmayan Ahmet Kaya’nın iade talebi İçişleri Bakanlığı koridorlarında 31 Mart 2024 seçimlerine kadar dolaştırılmış oldu ve tabi ki Kaya göreve iade edilmedi.

Antik Yunan’da ‘eşeğin gölgesi davası’

Yukarıda anlattığım “kayyum hikâyesi” ile Abderalıların hikâyesi arasında müthiş bir paralellik var. Abdera Batı Trakya’da İskeçe sınırlarında bir yerleşim yeridir. Gerçek mi, tevatür mü bilmiyorum ama antik Yunan’dan günümüze ulaşmış çok güzel bir hukuk hikâyesidir:

Abdera’da köy, köy dolaşıp diş tedavi eden ve çeken bir dişçi, bir gün malzemelerini taşıtmak için bir eşek kiralar. Eşeğin sahibi de aynı yöne gittiği için birlikte yola çıkarlar. Yaz sıcağında ağaçsız, çorak bir yerde mola verirler. Dişçi güneşten korunmak için eşeğin gölgesine oturur. Eşeğin sahibi de gölgeden faydalanmak ister ve aralarında tartışma başlar. Dişçi, eşeği kiraladım, gölgesi de benimdir der. Buna karşılık eşeğin sahibi, ben sadece eşeği kiraladım, eşeğin gölgesini değil der. Neticede kavga, gürültü derken, iş mahkemeye intikal eder. Hem dişçi, hem de eşeğin sahibi dönemin en cevval avukatlarını bulurlar ve böylece “eşeğin gölgesi davası” başlamış olur. Öyle bir noktaya gelinir ki, Abdera kenti tam anlamıyla ikiye bölünür. Halkın bir kısmı dişçinin, bir kısmı eşeğin sahibinin yanında durur. Bu ayrışma öyle bir noktaya ulaşır ki, sonunda kentliler arasında kanlı kavgalar başlar.

Normalleşme söylemi, hukuksuzluk stand up’ı

Türkiye’deki kayyum uygulamalarının hukuksal arka planında o kadar kurgusal şeyler yaşanıyor ki kıyaslandığında “eşeğin gölgesi davası”ndaki hukuk gerekçeleri daha mantıklı görülebiliyor.

Hakkâri Belediyesindeki görevden alınma ve kayyum atama kararının ardından, “normalleşme” beklenen dönemden yine bir hukuki stand up çıktı.

Meselenin özü Kürt halkının temsil hakkının elinden alınmasıdır. Piramidin tepesi temsiliyetle ilgilidir. Aşağıya inildikçe başka gerekçeler, başka olanaklar da ortaya çıkar. Bunların en önemlilerinden biri de ranttır. İlin, ya da ilçenin temsiliyetine çöküldükten sonra (ki kayyum, bir çökme hadisesidir) kitabın ilk sayfası ranta açılır. Bu konudaki en iyi örneklerden biri Hakkari/Yüksekova belediyesidir. Belediyenin aylık gelirinin 5 milyonun altında olduğu bu ilçede, kayyumun geride bıraktığı borç miktarı 680 milyondur. Bu borcun 608 milyonluk kısmı iller bankasına kullandırılan krediden oluşmaktadır. Alınan kredinin içme suyu izole hattı, arıtma tesisi ve kanalizasyon için kullanıldığı belirtilmiş olmasına rağmen Yüksekova’da halen kanalizasyon alt yapısı bulunmadığı, ihtiyacın karşılanması için foseptik çukurlar açıldığı ifade edilmiştir.

Kaynak:Haber Merkezi

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum