Raif Türk…

Raif Türk…
Diyarbakır, iki gün önce değerli bir iş insanını kaybetti. Okul yaptıran, öğrencilere burs veren, hayırsever, saygın, başarılı bir iş insanı olarak öne çıkan Raif Türk'ü...

Raif Türk…

Zülküf Kışanak

Diyarbakır, iki gün önce değerli bir iş insanını kaybetti. Okul yaptıran, öğrencilere burs veren, kapısına gelen hiç kimseyi boş göndermeyen, hayırsever, saygın, başarılı bir iş insanı olarak öne çıkan Raif Türk, aynı zamanda toplumsal mücadelede de yer almış, bu uğurda ağır bedeller ödemiş sol gelenekten gelen bir kişiydi. Onu Özgür Gündem Gazetesi Diyarbakır temsilciliği yaptığı dönemde tanıdım. İkibinli yıllarda bir defa daha karşılaştım, kısa bir sohbetimiz oldu. Bir daha görmedim. 12 Eylül Faşist cunta döneminde bir ara Diyarbakır cezaevinde de kalmış olan Raif Türk, 31 Mayıs 1992 tarihinde, daha sonra bombalanacak olan İstanbul Kadırga’ki tarihi binada yayın hayatına başlayan Özgür Gündem Gazetesi’nin Diyarbakır temsilcisi olarak görev yaptı. Meslekte iyi olduğu kadar zülme karşı da dik durmasını bilmiş bir gazeteciydi.

Raif Türk, Diyarbakır’da faili meçhul bir cinayette hayatını kaybeden Özgür Gündem’in ilk şehidi Hafız Akdemir’in son anlarını gazete sayfasına böyle taşımıştı:

“Diyarbakır Devlet Hastanesi'nin birinci katındaki yoğun bakım ünitesine girdiğimde, daha önce gelmiş olan arkadaşlarımın yıkılmış halini gördüm.

Anladım ki Hafız'ın durumu ağır. Sonra yattığı yere gittim. Kapıdan içeri baktığımda burnunda hortumlar, başında sargı bezleri olduğu halde Hafız'ın ölüme karşı tüm gücüyle direndiğini farkettim. Ölmek istemiyordu. Göğsü barfiks çeken bir atletinki gibi inip kalkıyordu. Soluması spor yapan bir delikanlınınkinden farksızdı.

Yüzünde acıdan en ufak bir iz yoktu. Kararlı, metin ve vakur bir görünüm... Ve bir daha bir daha yinelemek istiyorum. Hafız can çekişmiyor, spor yapıyordu.

İstanbul arıyor, Olağanüstü Hal Bölge Valisi ile görüşülüyor, helikopter isteniyor, derken doktorlar saat 11.30'a doğru yaralımızın Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne kaldırılmasının Ankara'ya götürülmesinden daha uygun olduğunu belirtiyorlar ve gereği yapılıyor.

Ambulans Devlet.

Hastanesi'nin önünden Üniversite Hastanesi'ne gidinceye kadar sarsılıp durdu. Ve o sarsıldıkça Hafız'ın çektiği acıyı ta yüreğimizde, beynimizde duyduk.

Yollar çukur, yollar köstebek yuvası. Şifa yolu diye gidilen bu yol Hafız'ın ölüm tuzağı sanki.

Ambulanstan indirildiğinde sakinleşmişti, direnmeyi bırakmış gibiydi adeta.

Çok geçmeden de içerden, "Kahrolsun faşizm, yaşasın mücadelemiz" diye bir ses yükseldi. Oradaki bir iki genç haykırıyordu. Sinir krizi geçiren bir kız kapıları tekmeliyor, saçlarını yoluyordu. Hafız, "Benden bu kadar" demişti ve biz kabullenemiyorduk. (Özgür Gündem / 20 Haziran 1992)

Arkadaşımız Hafız Akdemir’i toprağa vermek için Lice’nin Sîsê köyüne götürürken yolda yaşadıklarını da ‘Gündemi belirleyenler’ başlığı altında kaleme almıştı. Bu yazısını ise olduğu gibi paylaşmak istedim, onun gazeteciliği de bilinsin istedim.

***

Gündemi belirleyenler

Raif TÜRK

Adımız Özgür GÜNDEM. Ama gündemi biz belirlemiyoruz. Bizim işimiz, kendini dayatan gündemi yakalayıp okurlarımıza sunmak. Onaltı yıl önce bir cinayet haberini araştırmak üzere gittiğim karakolda katil ile konuşmuş, "Ne oldu, ne yaptın" diye sormuştum. Katilin yanıtı ilginçti: "Olay bizden, yazması sizden."

Şimdi biz yine gazeteciyiz ve aynı noktadayız. Birileri birşeyler yapar, biz hep iyisini yazmak isteriz. Güzel görüntüler sunmak isteriz, sayfalarımızda.

Yazık ki yaşadığımız olaylar, mevcut koşullar, bu olanağı elimizden alıyor. Her gün mevcudiyetsizliğin, ezanın, işkencenin, mağduriyetin resimlerini veriyoruz. Bu yazı ve görüntüler genellikle başkalarına ait olur.

Son günlerde olaylar başka türlü gelişiyor. Kendimizi de yazmak zorunda kalıyoruz.

Önceki gün Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü'ne cenaze nakli nedeniyle gittiğimde, bu kurumda olağanüstü bir gerginlik yaşandığına tanık oldum. Panik vardı Emniyet Müdürlüğü'nde. Nedeni ise Hafız'ın cenazesi. Emniyetin bir üst düzey yetkilisi, "Kardeşim buraya günde 70 kişi, 70 ayrı haber ulaştırıyor. Şu olacak, bu olacak deniliyor. Biz ne yapalım" derken, Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü'nün sorununu da özlü bir şekilde anlatmış oluyordu. Emniyet Müdürü Ramazan Er, "Bizim amacımız kan dökülmesini önlemek" diyor. Bizim de amacımızın bu olduğunu öğrenince şaşırmış gibiydi. "Aynı amaç peşindeysek bu sıkıntı niye?" diye bir soru soruyor.

Bizim başından beri önümüz kesildi ve atılan her adım sorunu içinden çıkılmaz bir boyuta ulaştırdı.

Sonuç olarak geç de olsa Müdürlük, Diyarbakır Valiliği adına istemimizi yerine getirdi. Arkadaşımızın cenazesini alıp doğduğu köye doğru yola koyulduk. Diyarbakır'da 2000'e Doğru Dergisi Muhabiri Ahmet Sümbül'ün dövülüp, sövülmesi dışında pek birşey olmadı. Ancak Lice Sisi ayırımında bizleri bekleyen jandarma konvoyu Emniyet Müdürü’nün açıkladığı amacın da ötesindeydi. Olağanüstü Hal Valisi'nin söyledikleriyle de en küçük bir şekilde bağdaşmıyordu. 12 araçtan oluşan jandarma konvoyunda her görevli istinasız 2 silah taşıyordu. Bir sopa, bir de tüfek. Özel yapılmış sopaların yanı sıra çelik borular da vardı. Yüzbaşı Nevzat Arık, cenazeden, cenazenin sahiplerinden başlayarak küfür ve hakaretlerle bizleri karşıladı. Kendimi o an, İkinci Dünya Savaşından bir sahne izliyor gibi hissetim. Bağırmaları, tehditleri, kadınlara yönelik saygısızlığı, onun yaptıklarından bazılarıydı.

Lice'ye götürülecektik, sopadan geçirilmeye. Bizler, (Ben müdürü, Rauf Yıldız çalışma arkadaşı olarak, dayısı ve eniştesi de en yakın akrabaları olarak) Hafız'ın defnine katılamadık. Geri gönderildik desem çok kibarca bir anlatım olur. Kovulduk, kovalandık...

Şimdi sayın Başbakan'a sormak gerekmez mi, "Siz bu Yüzbaşı'yla mı Lice halkını kucaklamak istiyorsunuz?" diye.

Sayın Ünal Erkan'a sormak gerekir: "Siz huzuru bur tür komutanlarla mı sağlayacaksınız?"

Olabilir. Ama ben endişeliyim. Çünkü daha önce de bu yöntemler kullanıldı. Ancak, hiç bir zaman olumlu sonuç vermediği de ortada. Örneğin, bugün Yüzbaşı Nevzat Arık varsa, 5 yıl önce de Lice'de Üsteğmen Murat Odabaşı vardı. Nokta Dergisinin 1 Kasım 1987 tarihli 37. Sayısında, "Süper Üstteğmen" olarak tanıtılan Murat Odabaşı'nı, Hafız Akdemir'in doğup toprağa verildiği Sisi (Yolçatı) köyünün muhtarı Celal Çakır, aynı derginin muhabirine şöyle anlatıyor, "Dört oğlum var. Beni Lice'ye çağıran Üsteğmen, 'seni ve oğullarını korucu yapacağım' dedi. Kabul etmeyince de beni nezarete atarak 24 saat kapalı tuttu. Oğullarım korkudan kaçtılar. Bu Üsteğmen köyümüzü hergün basıyor, bize zülmediyor." Murat Üsteğmen zülmetti de ne oldu? O zaman Nokta'nın saptamasına göre Üsteğ men, Lice'nin 56 köyünü dehşete sürüklemişti. Yüzbaşı ise açık cezaevine dönüştürdüğü bu alandaki insanları felakete sürüklüyor. Ve bu Yüzbaşı bir değil, iki değil. Etrafımız Nevzat Yüzbaşı'larla dolu. Bunların halka verebilecekleri tek şey vardır: Kin, nefret, husumet ve çözümsüzlüğe itilen çelişkiler.

Sonuç olarak, yetki sizde, siz yetki kullanırsınız, bizler ise yaptığınız yanlışların cezasını çekeriz. Yetmez mi? Zülumle nereye kadar? Ve dahası "Bu zülumle, ne kadar iktidar olabilirsiniz" diye sormak gerekmez mi? (Özgür Gündem / 16 Haziran 1992)

Uğurlar olsun…

Etiketler :
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.