Akademinin Sessiz Suçu

Mustafa Nesim Sevinç

“Gerçek öldü, üstüne sosyal teori yazıldı.”

İktidar, tarihi çoğu zaman bir tür halkla ilişkiler projesine dönüştürüp kötü anlatılmış bir masala çevirir. Bu masal, sadece propagandanın değil, aynı zamanda akademinin de desteğiyle meşrulaştırılır. Akademinin iktidarla yürüyen kanadı, en bayağı ve ahmakça uygulamaları bile karmaşık bir kuramsal iskeleye oturtarak, onları “bilimsel” bir tarafsızlık kisvesiyle sunar.

Elbette bu durum tüm akademinin suça ortak olduğu anlamına gelmez. Bu eleştiriyi mümkün kılan kavramsal araçlar da yine o dünyanın direniş ceplerinden filizlenir. Ancak ana akım yapı, iktidarın uydurduğu hikâyeyi tezlere, makalelere ve ders kitaplarına dönüştürerek meşrulaştırma görevini üstlenir.

Bu projede önemli olan gerçekler değil, retoriktir. Gerçeklerin yerini süslü anlatılar, karizmatik lider portreleri ve bol bol rötuştan geçmiş tarih kitapları alır. Karmaşık teoriler, birkaç dipnot, “Derrida sosu” ve “Foucault metaforları” ile ne kadar absürt bir uygulama varsa hepsi, “yapısal bağlamda incelenmesi gereken bir pratik” haline gelir.

İktidar hikâyeyi uydurur, akademi ise onu tez haline getirir. Bu durumun dijital versiyonlarını her gün haber portallarında, ders kitaplarında ve hatta üniversite tezlerinde görüyoruz. Sonunda herkes, “tarafsız bir bakış açısı”ndan memnun kalır.

Sorun yalnızca tarihin yeniden yazılması değil, bu yeniden yazımın akademik ve entelektüel bir kisveyle sunulmasıdır. Bu süslemeyi yapanların çoğunun sosyal bilimciler olması ise işin en trajikomik yanıdır. Gerçeği açığa çıkarma iddiasındaki bir disiplinin, onun en şık örtüsü haline gelmesi, sistemin ironik bir zaferidir.

Althusser’in ifadesiyle, ideolojik aygıtların işleyişi, bireyleri yalnızca uysal vatandaşlara dönüştürmekle kalmaz; aynı zamanda olup bitene “akademik” bir açıklama arama zorunluluğu da getirir.

George Orwell, bir keresinde “Tarihi kazananlar yazar” demişti ama eksik söylemişti. Tarihi kazananlar yazar, edit eder, dizgisini yapar ve kapağa da kendilerini koyar.

Düşünsenize: Britanya İmparatorluğu sömürgeciliğiyle övünürken, yerli halklar hâlâ o “medeniyet projesi”nin neden bir türlü WiFi çekmeyen, açlık sınırında bir enkaza dönüştüğünü açıklamaya çalışıyor. Kristof Kolomb, Amerika’yı “keşfettiğinde” orada milyonlarca insanın yaşıyor olması, bu anlatı için küçük bir dipnot bile sayılmaz.

Ne de olsa gerçek, yeterince sembol yüklendiğinde kolayca buharlaşıyor.

İşte tam da burada o meşhur “kültürel yapı” devreye giriyor. Medeniyet, toplum, eğitim gibi kelimeler öyle anlam yüklü kavramlar ki, içlerinde ne olduğu artık kimsenin umurunda değil. Üzerine “kutsal” yazınca, kimse sorgulamıyor.

Oysa çoğu zaman bu yapı, gerçeğin üstünü süslü sembollerle örtmekten başka bir şey yapmıyor. Gerçek, yavaş yavaş bulanıklaşıyor; önce bulanıklaşıyor, sonra da “yorum meselesi” haline geliyor. Finalde ise bir TEDx konuşmasına dönüşüyor: “Gerçek diye bir şey yoktur, önemli olan algıdır.” (Bu noktada sahneye mutlaka siyah tişörtlü, gözlüklü bir konuşmacı çıkar.)

Üstelik eğitim sistemi de bu bulanıklığın en şık yüzlerinden biri. Öğrencilere soru sormayı değil, cevap ezberlemeyi öğretiyor. Newton’ın elma düşürmesi, Darwin’in Galapagos gezisi, Marx’ın kızgın bıyıkları... Bunlar adeta kutsal metinler gibi öğretiliyor.

Ne elmanın çürümüş hâli, ne adaların kolonileştirilmiş gerçeği, ne de Marksizm’in Çin malı versiyonu sorgulanıyor. Her şey simgesel, her şey anlam yüklü, her şey birazcık “aksesuar”.

Sistemin bu hâli öylesine rafine ki, insanlar zincirlerine öyle bir hayranlıkla bakıyor ki, zincir olduklarını bile fark etmiyorlar. Orwell’in Çift Düşün dediği tam olarak budur: Hem özgür olduğunu düşünüp hem her gün aynı manipülasyonlara gönüllü olmak, hatta bazen gururla paylaşmak.

(Bir reklamda özgürlük temalı bir cep telefonu modeli satıldığında, insanın içinden şöyle bağırmak geliyor: “Kral çok yaşa, Bluetooth 5.0’la birlikte!”)

Bu toplumsal uyuşukluk hâli, akla fizyolojik bir anı getiriyor: Uykuya dalarken yaşanan ani irkilme. Beynin “Bu beden neden kıpırdamıyor?” diye vücuda elektrik dalgası göndermesi.

Bazı sinirbilimcilere göre bu, beynin kısa süreli bir “Öldük mü yoksa?” endişesiymiş. Belki de toplumların da böyle anlara ihtiyacı vardır: Bir kriz, bir sarsıntı ya da bir felaket, beynimizin şüpheye düşmesi için. “Biz hâlâ hayatta mıyız?”

Küresel örnekler, bu irkilme anlarının canlı kanıtlarıyla dolu. Sarı Yelekliler, Şili’de metro zammına karşı başlayan isyanlar... Panama Belgeleri açıklandığında ya da Cambridge Analytica skandalı patladığında milyonlarca insan bir anlığına irkildi.

Bir şeylerin yanlış olduğunu düşündü. Sonra ne oldu? Herkes yeniden uykuya daldı. Sistem, bu ani uyanışları bir sonraki gündemle unutturarak veya öfkeyi kontrollü tartışma kanallarına hapsederek ustalıkla sönümlendirdi.

Facebook hesabını silen birkaç kişi dışında sistem olduğu gibi kaldı. Uyandığımızı sandık ama sadece rüya içinde başka bir rüyaya geçmişiz meğer.

Gerçek, artık çok uzağımızda değil. Tam tersine, çok yakınımızda. Ama o kadar çok anlam yüklendi ki, kendisini göremiyoruz; tıpkı devasa bir logonun ardına saklanmış küçük bir yazı gibi.

Platon’un mağarasında duvara yansıyan gölgelerle yetinmeye devam ediyoruz. Çünkü dışarı çıkmak hem zahmetli hem de karanlıktan parlak ışığa geçince göz alıyor.

Yine de o mağaranın duvarına yansıyan gölgelerin aslında ne olduğunu fısıldayan sesler de her zaman var oldu; bazen bir kitaptan, bazen bir protestodan, bazen de işte böyle bir yazıdan sızarak.

Ama insan sormadan edemiyor: En son ne zaman irkildik? Ve eğer hatırlamıyorsak, bu hiç de iyiye işaret değil.

“Bir toplumun en tehlikeli yanı, yanlışlara alışmasıdır; çünkü o noktadan sonra, hakikati değil, sadece konforlu bir rüyayı yaşarız.”

m.nesim.sevinc@gmail.com

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.