AKIŞIN SIRRI!

Bêjdar Ro Amed

Gizemin İzinde: Akışın ve Donmanın Çatışması

Sorgulamanın başında kendime soruyorum: Yaşam veya evren gerçekten gizemli mi, yoksa biz mi ona gizem atfediyoruz? Çünkü yaşarken her şey aslında doğal bir akış içinde ilerliyor. Ama biz bakmaya, konuşmaya, tanımlamaya başladığımız anda o akış donuyor gibi oluyor; sanki bir fotoğraf karesi çekilmiş gibi. İşte tam da bu noktada irdeliyorum: Belki de gizem, sadece bizim dokunmadığımız yerde var.

Sen de fark etmişsindir, bir şeyi isimlendirdiğinde o şey değişiyor. Bir anın büyüsü, ona “büyü” dediğimiz anda uçup gidiyor. Tıpkı bir kelebeği avuçlarına almaya kalkmak gibi: dokunduğun anda kanadındaki toz dökülüyor.

Gizemli Olanı Konuşmanın Zorluğu

Gizem sessizliği sever. O kendi halinde akar, biz ona dokunmadıkça büyüsünü korur. Ama biz konuşmaya başladığımız anda bir şey değişir. Sözcükler deneyimi yakalamak ister ama onu daraltır. Bir kelebeğe dokunmak nasıl kanadındaki tozu uçurursa, kelimeler de anın hafifliğini alır götürür.

Belki de bu yüzden en derin yaşantılarımızı anlatmakta zorlanıyoruz. Çünkü anlatmaya başladığımız anda o yaşantı başka bir şeye dönüşüyor. Gizem, anlatının dışında, sessizliğin içinde saklı duruyor.

Kuantumsel İzlenimler Ve Gözlemin Etkisi

Bilim insanlarının anlattığı o atom altı parçacık meselesi de bunun güzel bir metaforu. Yerini bilirsen zamanını bilemiyorsun, zamanını bilirsen yerini. Yani gözlemlediğinde akışın bir yüzü saklanıyor. Belki de hayatın kendisi böyle işliyor: “Bileyim” dediğimiz anda, aslında başka bir şeyi göremez hale geliyoruz.

Şimdi şu soruyu soruyorum: Gerçekten bilmek istiyor muyuz? Yoksa bilme isteği, sadece kontrol arzumuzun maskesi mi? Belki de “bilmek” dediğimiz şey, bizi koruyan bir güvenlik duvarı. Ama o duvar aynı zamanda görünmez bir hapishane kuruyor olabilir.

İlk Tanışmanın Akışı

Düşünsene, yeni biriyle tanıştığında o an ne kadar canlı, ne kadar akışkan oluyor. Bir tür büyü hali var. Zaman sanki yok oluyor. Sen kendini izlesen, tanıdığın “ben”den farklı bir hâl görüyorsun. O gizem belki de tam burada: henüz hiçbir şeyi tanımlamamış olmanın verdiği açıklıkta.

Ama sonra ne oluyor? Bellek devreye giriyor, geçmiş deneyimlerin ağırlığı geliyor. İsimler, etiketler, beklentiler… Ve işte o büyü kayboluyor. Yavaş yavaş bir gölet gibi durgunlaşıyor ilişki. Bu yüzden “ilk an” hep özel, hep taze kalıyor zihnimizde.

Belleğin Yosunlu Gölü

Belleği biraz gölete benzetiyorum. Akış durduğunda suyun yüzeyi yosun tutuyor. Zihinde biriken kayıtlar da öyle değil mi? Yeni bir anı yaşıyoruz, ama eski birikintiler onu hemen sarıyor, rengi soluyor. Böylece hiçbir şey ilk anındaki gibi taze kalmıyor.

Şimdi şunu ilgiyle takip ediyorum: Acaba bellek bizim için gerçekten bir yardımcı mı, yoksa gizemin düşmanı mı? Belki de ikisi birden. Bellek olmasa öğrenemeyiz, ama psikolojik bir belleğe dönüştüğünde yaşam da donuyor.

Bilme İsteğinin Gizli Yüzü

Bilme arzusu bana hep çelişkili geliyor. Bir yanıyla çok doğal gibi görünen ama öte yanıyla büyüyü söndüren bir tarafı var. Belki de asıl mesele, neyi neden bilmek istediğimiz. İlgiden mi, meraktan mı, korkudan mı, yoksa sadece kontrol etmek için mi?

Bazen bilmek, bizi güvenli kılıyor. Ama güvenli olan her şey aynı zamanda durağan, hatta sıkıcı değil mi? Bir nehir akarken büyüleyici, ama bir göl donduğunda içimizde aynı his kalmıyor.

Zihin Kabuklarının Çözülmesi

İşte tam burada zihnin kabuklarıyla karşılaşıyoruz. O kabuk dediğim şey; alışkanlıklarımız, kalıplarımız, ezberlenmiş yanıtlarımız. Bunlar çözülmeye başladığında, insan kendiyle arasında bir boşluk buluyor. İçsel ayrışma dediğim şey aslında bu: zihnin otomatik işleyişini fark edip bir adım geri çekilmek.

Ve ilginçtir, kabuk çözülmeye başladığında sanki içimizde yeni bir açıklık doğuyor. Bu açıklıkta deneyimi “ilk kez” yaşar gibi oluyoruz. Belki de gerçek gizem, burada yeniden canlanıyor.

Eylemin Doğuşu

O açıklıkta doğan şeye ‘eylem’ diyorum. Ama bu, ansiklopedik bir durum veya bilgi değil; daha çok doğrudan temasta olan bir hal. Yani “görmek” ama aynı zamanda hiçbir şeyi sabitlemeden fark etmek. Bir çiçeğe bakarken adını söylemeden, geçmişte gördüğün çiçeklerle kıyaslamadan sadece ona bakabilmek gibi.

Sohbeti Akışa Bırakmak

Bütün bunları konuşurken bile fark ediyorum: Yazının kendisi bile akışı biraz donduruyor. Ama belki de sohbet ederek bunu aşabiliriz. Çünkü sohbet, katı bir sistem kurmuyor; daha akışkan, daha esnek ilerliyor. Tıpkı nehir gibi kıvrıla kıvrıla.

Sen ne dersin, acaba yaşamın gizemini korumanın yolu da böyle mi? Yani kesin sonuçlara varmadan, biraz akışa bırakmak. Bilmenin ve bilmemeyi kabul etmenin arasında bir yerde durmak.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.