Arada Kalmanın Yükü: Sırrı Süreyya Önder Üzerinden Barış Sürecine Bakmak

Gazeteci Cevat Korkmaz, İktisatçı Mehmet Aslan, Sırrı Süreyya Önder’i, çok yönlü kişiliği ile yazdı.

TİGRİS HABER - Bir insanın ardından sadece kelimeler kalır bazen; bazen de kelimeler yetmez ardında kalanı anlatmaya. Sırrı Süreyya Önder, kelimeleri kifayetsiz bırakanlardan oldu. Onun arkasından bir cümbüş sessizliği kaldı – neşe ile hüznün, mizahla siyasetin, acı ile umudun iç içe geçtiği bir sessizlik.

“Bir tane mezarın yok ki, on milyonların kalbine gömüleceksin. Hangi birini ziyaret edem, hangisine yüzüm sürem gardaş. Git, yolun açık olsun abecan, her daim kıymetlimizsin. Ama gülüş değil ki, bıyık değil ki sana yakışsın; ölüm sana yakışmadı, olmadı gardaş.”

Selahattin Demirtaş yukarıdaki satırlarla son derece içten ve samimi bir taziye mesajı paylaştı.

Devlet Bahçeli de, İbrahim Kalın da taziye mesajı yayınladı. Bu topraklarda nadiren olur böyle şeyler. Bir siyasetçinin ardından hem saray hem sokak aynı anda yas tutar mı? Şayet bu oluyorsa, o kişi sadece bir siyasi figür değildir; aynı zamanda kolektif hafızanın da taşıyıcısıdır.

Sırrı Süreyya Önder’in çözüm sürecinde öne çıkışı, salt kişisel karizması ya da siyasi söylemiyle açıklanamaz. Onun tercih edilmesi, aynı zamanda devletin bir kesiminin ihtiyaç duyduğu “makul diyalog zemini” inşasıyla ilgilidir. Sanatla, mizahla, muhalefetle ve vicdanla harmanlanmış kimliği, onu yalnızca Kürt meselesinde değil, Türkiye’de demokrasi meselesinde de sembol haline getirdi. Ancak bu rol, aynı zamanda büyük bir gerilim alanıydı.

Devletin bazı kesimleri, Sırrı Süreyya Önder gibi aktörleri, silahlı gruplarla diyalog kurabilecek kadar yakın; ama kamuoyunu ikna edebilecek kadar “makul” gördü. Önder bu pozisyona bilinçli bir araç olarak değil, vicdani bir yükümlülükle girdi. Fakat bu pozisyon, radikal Kürt siyasetinden gelen keskin eleştirileri beraberinde getirdi. “Türk solundan gelen” bir figürün, barış masasının başında bulunması; bazılarına göre meşruiyeti gölgeliyor, bazılarına göreyse devletin gizli ajandasına hizmet ediyordu.

Oysa barış süreçleri, yalnızca “temsil yetkisi” olanlarla değil, aynı zamanda karşıt tarafları birbirine yaklaştırabilecek “güven taşıyıcıları” ile yürür. Önder, bu güveni hem Öcalan hem kamuoyu nezdinde kurabilen nadir isimlerden biriydi. Ancak bu rol, tam da radikal kesimlerin tahammül sınırlarını zorlayan bir pozisyondu. Ona yöneltilen "devletin oyununa gelmekle" ilgili suçlamalar, hem tarihsel kırılganlığın hem de sürekli ihanete uğramışlık duygusunun izdüşümüdür.

Bu açıdan bakıldığında, Sırrı Süreyya Önder hem sistemin kullanmak istediği hem de sistemin dışında kalmaya çalışan bir figürdü. Bu nevi şahsına özgü olma hali, ona bir sorumluluk yükledi. Radikal eleştirilerin haklı olduğu yanlar olabilir; devletin barış süreçlerini zaman zaman taktiksel bir araç olarak gördüğü inkar edilemez. Ancak bu durum, Önder’in samimi çabalarını gölgelemez. Onun arada kalışı, sadece siyasal pozisyonunun değil, aynı zamanda vicdani çizgisinin bir sonucuydu.

Barış sürecinde onun gibi figürlere duyulan ihtiyaç, Türkiye’nin çok katmanlı siyasal yapısından kaynaklanıyor. Çünkü bazen bir süreci ilerleten şey, en radikalin haklı öfkesi değil, en makul olanın risk alabilme özverisidir. Sırrı Süreyya Önder, bu riski sağlık sorunlarına, siyasi baskılara ve dost cephenin eleştirilerine rağmen göze aldı.

Ağaçların vekili

Sırrı Süreyya Önder’in Gezi Parkı direnişindeki tutumu, onun siyasal figür olarak neden bu kadar farklı bir konumda durduğunu anlamak için çok önemli bir örnektir. Direnişin ilk günlerinde iş makinelerinin önüne geçip “Ben milletvekiliyim, bu ağaçların da vekiliyim” demesi, sembolik olduğu kadar etik açıdan da güçlü bir çıkıştı. Bu söz, sadece bir çevre savunusu değil, aynı zamanda temsil anlayışının genişliğini ve vicdani siyaset tarzını ortaya koyuyordu.

Gezi Parkı onun için yalnızca doğaya yapılan bir müdahalenin değil, aynı zamanda otoriterleşmeye karşı toplumun itirazının mekânsal ifadesiydi. Onun oradaki varlığı, hem devlete karşı sivil bir duruşun meşruiyetini artırdı, hem de muhalefetin vicdani damarını güçlendirdi.

Bu duruş, günümüz siyasetinde sıklıkla unutulan bir şeyi hatırlatıyordu: Siyaset yalnızca insanlar için değil, tüm canlılar ve gelecek kuşaklar için yapılır. “Ağaçların da vekiliyim” demek, bu yüzden, ekolojik bir vicdanın ve bütüncül bir siyaset tasavvurunun özlü bir ifadesiydi.

Sanatla Başlayan Yolculuk: Cümbüş ve Beynelmilel

Sırrı Süreyya Önder’in siyasete adımı bir parti binasından ya da miting alanından değil, bir televizyon stüdyosundan olmuştur. Eline aldığı cümbüşle hem güldürür hem düşünmeye zorlar, siyasetle günlük hayat arasındaki mesafeyi kısaltırdı. Müzik onun için bir arka plan sesi değildi; hayatın kendisini anlatmanın bir yoluydu.

Beynelmilel filmiyle bu anlatı daha da derinlik kazandı. Film, bir darbe döneminin acılarını mizahın filtresinden geçirerek sundu. Bu, şiddetle yoğunlaşmış bir tarihsel döneme naif ve hüzünlü bir gülüş armağan etti. Ve belki de halk, şöyle dedi içinden: “Bu adam bir şeyler anlatıyor, hem de gülerek.”

Mecliste Mizah, Siyasette Mavra

Sırrı Süreyya Önder, mizahı sadece sanatla sınırlı bırakanlardan olmadı. Mecliste yaptığı konuşmalarda da bu tarzını korudu. AKP sıralarından gelen sataşmalara, “Sızın gülme hakkınızı da biz aldık” diyerek cevap vermişti bir defasında. Ne kavga ederken ağırlaştı, ne de espri yaparken hafifledi.

Bir keresinde, mecliste tartışma sırasında kendisine yöneltilen sert sözlere şu cevabı vermişti: “Ben, cümbüşüyle bile sizden daha ciddi bir muhalefetim.” Bu cümle hem politik bir eleştiri hem de kültürel bir alay içeriyordu.

Bu makalenin yazarları olarak bizim ilgimiz çeken diğer konu Sırrı Süreyya Önder ile Engin Günaydın diyalogu oldu. Eğer size “mavra nedir” diye soran olursa bu diyaloğu gösterin; çünkü mavra dediğin tam olarak böyle yapılır. İçerik inanılmaz sempatik: Günaydın’a benimle çalışırsan, senin adını anayasada geçiririm, diyor. “Mesela, “Engin demokrasi deneyimi” bir yerde geçer, “günaydın kısmı da bir yerle geçer” sen onları birleştirir çocuklarına anlatırsın, Zeki de kıcık olur.

Bu diyalogda Zeki Demirkubuz’a indirdiği hafiften kroşelerle rekabeti inceden inceden espriye döker; kimseye hakaret etmeden, kırıp dökmeden ama herkesin anlayacağı şekilde "ayar" verir. Bu dil, onu politik tartışmaların ötesinde, kültürel sahnede de özel bir konuma yerleştirir. Mizah onun için bir savunma değil, bir inşa biçimidir. Kelimeleriyle kurduğu dünya, karşıtlıkların değil, ironinin ve zarafetin dünyasıdır.

Barışın cambazı: arabuluculuğun sessiz ağırlığı

Barış sürecinde oynadığı rol, onun belki de en az anlaşılan ama en kritik pozisyonuydu. Hem İmralı ile görüşmelere katılır, hem Ankara’yla temas kurar, hem de kamuoyunu bilgilendirmeye çalışırdı. Bu pozisyon onu her yere aynı anda yakın ve uzak kıldı. Kimileri taraf seçmesini beklerken, o taraflar arasındaki dili inşa etmeyi seçti.

Bu dengenin yürütülmesi kolay değildi. Hem Dem Parti içinden hem de devlet kanadından eleştiriler aldı. Leyla Zana ile yaşanan kimi gerilimler, onun kadın temsiline dair yeterince hassas olmadığı yönündeki eleştirileri besledi. Ancak onun kamu vicdanına verdiği cevap, belki de şu oldu: “Ben kusursuz değilim ama iyi niyetliydim.”

Barışın dili genelde suskunlukla, sıkıntıyla örülür. Ama Sırrı Süreyya bu dili hem konuştu hem dinledi. Onun siyaseti, duyma şuuruna dayanıyordu.

Hafızaya yönelik saldırılar: Kim konuşmasını istemiyor?

Ölümüyle birlikte gelen taziyeler ne kadar çoğalsa da, nefret dili de yeniden hortladı. Zafer Partisi eksenli bazı sosyal medya hesaplarının yaptığı “sarı torba” paylaşımı, sadece Sırrı Süreyya’ya değil, bir hafızaya, bir dile, bir barış çabasına yönelik saldırıydı. Bu düzeysizlik, onun temsil ettiği nezaketin kıymetini bir kez daha ortaya koydu.

Radikal çevrelerin kimi zaman onu “Kürt olmayan biri” olarak süreçteki rolü nedeniyle eleştirmesi, aslında barış süreci gibi hassas dengeye dayalı alanların nasıl da kolayca kutuplaşabildiğini gösterdi. Bu tür itirazlar her ne kadar süreç doğasına aykırı olsa da, Sırrı Süreyya bu yükü de sağlık sorunlarına rağmen taşımayı bildi.

Kızının vedası

Vefatının ardından en çarpıcı veda, kızı Ceren’den geldi. “Benim hayatımın en kocaman boşluğu oldun,” diyordu. “Koca omzunu yasladığım dağım, ne zaman devrildin sen böyle?” Bu cümleler, kamuya mâl olmuş bir figürün, aslında en çok bir babaya ait olduğunu hatırlattı.

Mizahla anlatılan hayat

Sırrı Süreyya Önder’in hayatını anlatmak için tek ses yetmez. Onun hikâyesi bir cümbüş kadar çok sesli, bir meclis tutanağı kadar resmî ve bir sokak fıkrası kadar gayrî resmi. Mizahla, hüzünle, barışla, kızlıkla, hatayla ve cesaretle anlatılabilir.

Belki de onu en iyi anlatan şu cümledir:

"Benim yerim bir yerin karşısında değil; herkesin biraz yanı başındadır."

Belki de hepimizin kafasında dönüp duran çok önemli bir soruya gelelim. Sırrı’dan sonra barış sürecinin akıbeti ne olacak. Önce bu konuda oluşması muhtemel bazı riskler ve durumları aşağıda sıralayalım:

  1. Barışın hafızası henüz oluşmadı ve süreç oldukça kırılgan

Sırrı Süreyya Önder’in ölümü, bir barış sürecinin tam ortasında yaşanmadı belki. Ama onun yokluğu, sürecin görünmeyen damarlarından birinin kesilmesi gibi etki yarattı. Zira barış sadece masa başında konuşulan bir teknik mesele değil; aynı zamanda insanların zihninde ve kalbinde kurulan bir bağdır. Ve Önder, bu bağı kurabilen nadir figürlerden biriydi.

  1. Köprülerin eksilmesi

Barış süreçleri, çoğu zaman resmi aktörlerin ötesinde, “güven taşıyıcı” figürlerle yürütülür. Sırrı Süreyya Önder, hem devletin bazı klikleri, hem Kürt hareketi hem de kamuoyu nezdinde kabul görebilen bir isimdi. Silahlı mücadeleye doğrudan angaje olmamış ama acıyı yakından tanımış, muhalif ama devletle temas kurabilecek kadar tanıdık, mizahi ama vicdani bir çizgide duran bu figür, her iki taraf için de “rahatlatıcı” bir arayüzdü. Onun yokluğu, sürecin esnekliğini azaltabilir; temas kanallarını daraltabilir.

  1. Devletteki makul figür arama refleksi

Türkiye devletinin barış süreçlerindeki tavrı, genellikle doğrudan muhataplık yerine, “makul” bulduğu figürler üzerinden ilerleme arayışı olmuştur (bir önceki barış sürecindeki “akil insanlar” gibi). Önder, bu açıdan devletteki bazı kesimler için ideal bir isimdi: Türk solundan gelen ama Kürt meselesini içselleştirmiş, silahla değil kelamla mücadele eden bir siyasal şahsiyet. Bu yönüyle onun kaybı, ileride yeniden kurulacak süreçlerde devletin temas kurabileceği güvenilir simaların azalması anlamına gelir. Devlet içindeki esnekliğin zayıflaması, barışın kırılganlığını artırabilir.

  1. Kürt hareketinde meşruiyet kıskacı

Önder, Kürt siyaseti içinde her zaman kolay bir figür olmadı. Radikal unsurlar tarafından sıklıkla “yetersiz temsil” ya da “devletin oyununa gelmek” kavramı üzerinden eleştirildi. Ancak tüm bu eleştirilere rağmen, kamuoyundaki güvenilirliği ve siyasal inandırıcılığı, Kürt hareketinin dış dünyayla kurduğu iletişime önemli bir katkı sağladı. Onun yokluğu, bu meşruiyet köprüsünü de zayıflatabilir. Özellikle barışın toplumsal destek bulması için kullanılan “ortak dil”de bir boşluk oluşur.

  1. Toplumsal hafızanın sarsılması

Barış süreçleri sadece siyasetin değil, toplumsal hafızanın da içinden geçer. Önder’in mizahla, sanatla, empatiyle ördüğü siyasi duruş; genç kuşakların barışa dair umudunu diri tutan nadir anlatılardan biriydi. Mizahı çatışmanın değil, iletişimin dili haline getirmesi; siyaseti sadece iktidar değil aynı zamanda ahlak meselesi olarak görmesi, onun siyasal dilini farklı kılıyordu. Bu yönüyle Önder’in kaybı, barışın “duygusal zeminini” zayıflatabilir.

  1. Süreç nereye evrilir?

Bugün Türkiye’de aktif bir çözüm süreci yürütülmüyor. Ancak bu, gelecekte bir ihtiyaç doğmayacağı anlamına gelmez. Bu ihtiyaç doğduğunda, Önder gibi figürlerin eksikliği daha da hissedilecek. Yeni süreçlerin mimarisinde onun gibi çok dilli, çok yönlü, çok duyarlı şahsiyetlere duyulan ihtiyaç artacak. Bu ihtiyaç karşılanmadığında ise süreç, daha “sert kimlikler”in çatışmasına sıkışabilir. Sırrı Süreyya Önder’in ölümü, bir sürecin teknik boyutunu değil, etik ve duygusal dokusunu zedeledi. Onun arkasından kalan boşluk, bir siyasetçinin değil; bir arabulucunun, bir anlatıcının ve bir vicdanın boşluğudur. Barış, o vicdanı hatırlamadan ilerleyemez. Çünkü barış sadece anlaşma değil; aynı zamanda hatırlamaktır.

Önder’in yokluğunda barış sürecine yönelik olasılıklardan bahsederken, önceki yazılarda da söylediğimiz gibi önümüzdeki barış sürecinin asıl tetikleyicisinin Suriye’nin idari yapılanmasına yönelik olasılıklar ile İsrail’in agresif Kürt politikası olduğunu düşünüyoruz. Ve tabi ki Türkiye’nin “süreç ihtiyacı” de-facto olarak bu iki unsurla ilişkilidir. Sırrı Süreyya’nın yokluğu nasıl ki risk oluşturuyorsa, Türkiye’nin süreç ihtiyacı da tam tersine bir fırsat oluşturuyor.

Son bölümde Sırrı Süreyya Önder’e vasiyetiyle veda etmek isteriz. Sırrı gönül adamıydı. Sosyalistti, komünistti ama inanç dünyasına köprüsünü kurmuş biriydi. Öldüğümde Şeyh Gâlib’in “Müseddes Na‘t-ı Şerîf-i Nebevî” adlı eserinin okunmasını istemiş. İstediği şiir bir naattır. Yani Peygamber’e övgü olarak yazılmıştır. Altı kıtadan oluşan bu eserin, Haleti ruhiyesini en çok yansıttığını düşündüğümüz 5’inci kıtasıyla (ve Türkçe’siyle) “yattığın yer incinmesin Baboş” diyerek veda etmek isteriz:

Ümmideyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz

Sermaye-i imanı tebâh eylemeyiz biz

Babın koyup agyâre penâh eylemeyiz biz

Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz.

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed'sin Efendim

Hak’dan bize sultân-ı mü'eyyedsin Efendim.

Biz ümitliyiz, karamsarlıkla ah etmeyiz,

İman varlığını harap etmeyiz biz

Senin kapın dururken ellere sığınmayız biz

Senin sayende bir başkasına dönüp bakmayız biz.

Sen Ahmed'sin, Mahmud'sun, Muhammed’sin Efendim

Allah'tan bize (gönderilen) onaylanmış sultansın Efendim.

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Güncel Haberleri