Son ne zaman gökyüzüne baktığınızı hatırlıyor musunuz?
Telefon ekranından değil, gerçekten başınızı kaldırıp baktığınız o sonsuz maviye…
Artık şehirde başımızı kaldırmak bile alışkanlık değil; çünkü gökyüzü, yüksek binaların arasında sıkışıp kaldı. Biz de onunla birlikte sıkıştık.
Eskiden çocuklar yıldız sayardı, şimdi “şarj yüzdesi” sayıyor.
Gökyüzü, sadece yukarıda duran bir manzara değil; insana derin bir nefes aldıran, “küçüklüğünü” hatırlatan bir alan.
Ama ne yazık ki o alanı kaybettik — tıpkı sessizliği, sabrı, doğallığı kaybettiğimiz gibi.
Şehirler büyüdükçe, içimiz küçüldü.
Artık “doğa” dediğimiz şey, hafta sonu kısa bir kaçamak; oysa bir zamanlar yaşamın ta kendisiydi.
Kuş sesini duymak yerine bildirim sesiyle uyanıyoruz.
Yağmurun yağışını izlemek yerine, trafiğe etkisini düşünüyoruz.
Rüzgâr yüzümüze değdiğinde bile, saçımız bozuldu diye şikâyet ediyoruz.
Belki de doğayı kurtarmamız gerektiği kadar, kendimizi de kurtarmamız gerekiyor.
Bir ağacın gölgesinde susmadan oturabilmek, bir sabahı acele etmeden karşılayabilmek…
Bunlar artık lüks değil, ihtiyaç.
Gökyüzü hâlâ orada. Bizden vazgeçmedi.
Yeter ki biz de ondan tamamen vazgeçmeyelim.
Bazen başını kaldırıp sadece bakmak bile, bir farkındalık eylemidir.