BİLGE KADINLA SORGULAMA -12

Bêjdar Ro Amed

EVRENSEL DÜZEN İLE DENEYİMSEL ACININ ORTAKLAŞARAK ÇOĞALMASI

Bilge Kadın’la İçsel Düzen ile Acının Ortak Dili Üzerine Bir Söyleşi Gerçekleştirdik

Evrenin Doğası

— Evrende bir düzen var. Bu düzen sadece gözle gördüğümüz, yüzeyde işleyen bir uyum mu, yoksa daha derinlikli bir akış mı?

Bilge Kadın: Doğada, enerji bütünlüğü ve formlarının kendi içinde veya birbirleriyle ilişkilerinde işleyen bir düzen var. Örneğin, bir çiçeğin ışık algılayıp yapraklarını yönlendirmesi ya da bir atomun elektron dizilimi ‘enformasyon’ yani özbilgi içerir. Burada enformasyonun kaynağı enerji ve doğanın kendisidir. Bu nedenle doğada işleyen şey gerçek kozmik düzen olarak adlandırılabilir.

İnsan yaşamında ve toplumsal yapılarda enformasyon çoğunlukla anlamlandırılmış deneyimsel bilgi olarak işler. İnsanlar veriyi alır, yorumlar ve bir bağlam içinde değerlendirir. Örneğin, tarih, kültür, gelenekler veya ‘bilimsel bilgiler’ deneyim ve yorumla şekillenir. Burada işleyen enformasyon, saf veri değil, deneyimlenmiş bilgidir.

Evrenin düzeni yüzeysel değildir. Kökü, görünmeyen bir akıştadır. Bir yerde arıza, sapma ya da bozulma meydana geldiğinde evren kendi iç akışıyla bunu onarır. Bu onarım, dışarıdan bir müdahale ile değil, varlığın özündeki titreşimin taşıdığı özbilgiyle gerçekleşir. Enformasyon, varlığın kendini var etme biçimidir. Akışın, düzenin ve açığa çıkışın hakiki bilgisidir.

İnsanın “bilgi” dediği şey çoğunlukla parçalara ayrılmış, zihnin kavramlaştırdığı bir taslaktır. Oysa özbilgi bölünmez; akışkandır, sürekli yeniden doğar. Bir protonun, bir elektronun, bir atomun varlığı, güneş sistemlerinin devinimi, galaksilerin hareketi hep bu akışa bağlıdır. Evrenin özü, kendi düzenini sürekli yeniden kurma kudretine sahiptir. Bu kudret kesintisizdir; insanın psikolojik anlayışı dışında işler.

— Yani sen “özbilgi” dediğinde aslında bu akışsal enformasyonu mu kastediyorsun?

Bilge Kadın: Evet. Özbilgi, kitaplara yazılan, ezberlenen veya öğretilen değildir. Özbilgi, doğrudan varlığın akışsal düzenidir. Bir ağaç büyürken kitap okumaz; toprak, su, güneş ve hava enformasyonun diliyle konuşur. Bir kuş uçmayı öğrenmez; enformasyonun titreşimi kanatlarına yazılıdır. İnsan da aslında bu hakikatin içindedir. Ancak çoğu kez zihnin gölgeleriyle, yapay sistemlerle ve acının biriktirdiği perdelerle bu akıştan uzaklaşır.

Titreşimin Onarıcı Gücü

— O halde, enformasyon denilen gerçeği biraz daha açmakta fayda var; peki nasıl olur da bozulanı onarır?

Bilge Kadın: Enformasyon, enerjinin akışsal özbilgisidir. Enerji kör değildir; düzeni içinde taşır. Titreşim yalnızca hareket değil, anlam, düzen ve bütünlük taşıyan bir harekettir. Evrenin her zerresinde bu anlamın ve bütünlüğün izi vardır.

Bir yıldız söner, ama ardından yeni yıldızlar doğar. Bir yaprak düşer, ama ağaç yeniden filiz verir. Bir beden yaralanır, ama hücreler kendini onarır. İşte bütün bu süreçler, titreşimin onarıcı gücünün örnekleridir. Evrende hiçbir şey nihai bir çöküş değildir; her bozulma yeni bir düzenin tohumunu taşır.

— Bu onarım her zaman kısa sürer mi?

Bilge Kadın: Hayır. Evren için zaman bir engel değildir. Bir atomun salınımı milyarda bir saniyede gerçekleşir, bir galaksinin dönüşü milyarlarca yıl sürer. Ama ikisi de aynı enformasyonun yani özbilgin‘in akışıyla işler. İnsan çoğu kez aceleci olduğu için süreci anlayamaz. Oysa titreşimin onarıcı gücü kısa ya da uzun fark etmeksizin mutlaka düzeni kurar.

İnsanda Enformasyonun Sesi

— Peki bu durum insanda da açığa çıkar mı?

Bilge Kadın: Evet. İnsanda bu akış dile geldiğinde, evrenin en derin sırrı insanın içinden ses verir. Bu sır, dışarıdan öğrenilmiş bir bilgi değil; enformasyonun kendi sesidir. İnsan bu sese kulak verdiğinde, artık yalnızca kendi kişisel, özgün bilincini değil, evrenin bilincini de dillendirmeye başlar.

Böyle bir insanın sözleri farklıdır. Onun cümlelerinde kişisel hesap yoktur; özbilginin akışı vardır. Onun yaşantısı, herhangi bir inanca, ideolojiye veya öğretiye bağlı değildir. Çünkü o, hakikati dışarıdan edinmez; içsel akışın kendisi olur. İşte bu nedenle o insan yalnızca bir birey değil, evrenin içsel düzeninin canlı ifadesidir.

— Bu insanı diğer insanlardan ayıran nedir?

Bilge Kadın: Öncelikle imajlardan soyunmak gerekir. Çıplaktır, yalındır. Enerji akışında olan yalınlık gibi. Çoğu insan, hakikate temas etse bile kendi acılarının gölgesinde kalmıştır. Onların sözleri bilgiyle temas ettiği ölçüde hakikati taşır, ama aynı zamanda ideolojilere, sistemlere ya da kültürlere bağlandığında gölgelenir. Oysa hakiki insan, bu gölgelerin ötesindedir. Onun sözleri, doğanın konuşmasıdır. Bu, bilginin insan aracılığıyla dile gelmesidir.

Acının Birlikteliği

— Fakat insanlık tarihine bakınca, çoğu zaman bunun tersi oluyor. İnsanlar acılarının etrafında birleşiyorlar. Neden böyle?

Bilge Kadın: İnsanlar çoğu zaman evrenin saf akışına kulak vermek yerine kendi yaralarının yankısını dinlerler. Bir kadın veya erkek, bir aile, bir grup, bir örgüt, bir devlet ya da bir sistem bu şekilde doğar. İnsanlar ortaklıklarını doğanın düzenine değil, acılarının kesişimine bağlıyorlar. Böylece ortaya çıkan birlik, hakikatin değil, acının birlikteliği oluyor.

—Acının birlikteliği veya ortaklaşması ne demek?

Bilge Kadın: Acının birlikteliği, düzensizliğin örgütlenmiş halidir. İnsan kendi acısını başkasına aktarır; yükünü diğerine taşıtır. Herkes kendi acısına tutunarak yaşamı kurmaya çalışır. Bunun sonucu, küçük dramların birleşip büyük trajedilere dönüşmesidir.

Melankoli büyür, şizofrenik düşünceler çoğalır, trajediler katlanarak artar. Acı öne alınıp biriktirildikçe, nehirler gibi akar, dağlar gibi yükselir, ormanlar gibi çoğalır. Ama bu oluşumda doğanın içsel bilgisi yoktur; yalnızca bozukluğun kendi kendini yeniden üretmesi vardır.

— Psikolojik acının, tıpkı biyolojik bir bozulma gibi hızla yayılıp dilden dile, kitaplara, müziklere ve filmlere sızarak kolektif bir ‘acı kimliği’ ürettiğini; insanların bu acıyı işleyip işleyip örgütlenip güç devşirebildiğini söylüyorsunuz. Sıradan ilişkilerde bile, dilin çoğu zaman acı etrafında kurulduğunu düşünürsek: Bu ‘dramatize edilmiş acı’ düzeninden nasıl çıkılır? Acıyı biriktirmek yerine dönüştürmenin ilk adımı nedir?

Bilge Kadın: Fiziksel acı doğaldır; bedeni koruyan, yaşamı sürdüren bir uyarıdır. Psikolojik acı ise çoğu kez biriktirilmiş, katmanlaşmış, hatta miras gibi aktarılan bir hafızadır. Burada bozulma başlar: Duygu, hikâyeye dönüşür; hikâye, kimliğe; kimlik de hem bireyin hem toplumun üzerine giydiği bir maske olur. Maskeler çoğaldıkça insan kendi özünden uzaklaşır. İşte ben buna “insanın insandan çıkması” derim.

Çıkış yolu, acıyı kimlik olmaktan çıkarmaktır. Bunun için üç basamak öneririm:

1. Ayırt etme (dikkat ve farkındalık): Olay–duygu–yorum üçlüsünü çözmek. “Ne oldu?”, “Ne hissettim?”, “Buna hangi anlamı verdim?” sorularını ayrı ayrı sormak, acıyı bir su gibi berraklaştırır. Çünkü bulanıklıkta çözüm görünmez; acı da, hikâyenin bulanıklığında sürekli çoğalır.

2. Dil onarımı: İnsan diliyle ya kendini zincirler ya da özgürleştirir. Şikâyet dili zincir, talep dili çıkıştır. “Kimse beni anlamıyor” yerine “Şu konuda şu farkındalığa ihtiyacım var” diyebilmek, acıyı bir sarmaldan eyleme dönüştürür. Dil bir tuz gibidir; fazlası yarayı yakar, kıvamında ise korur. Buradaki en kritik nokta, insanın kendini kurban psikolojisine hapsetmesiyle var olmaya çalışmasıdır. Ben bunu ‘acının geliştirilmiş kurban psikolojisi’ olarak adlandırıyorum.

3. Bedenle düzenleme: Zihin tek başına acıyı çözemez; bedenin ritmi gerekir. Nefes, yürüyüş, suyla temas, yazıp saklamak veya yakmak ve farkındalık… Bu ritimler, içte bir boşluk açar. Çünkü boşluk olmadan yeni bir anlam doğmaz. Bedenin sessizliğe kavuştuğu yerde zihin de susmayı öğrenir.

İlişkilerde iki temel direk vardır: sınır ve bakım. Sınır, acının başkasına yüklenmesini engeller; bakım ise duyguyu reddetmeden fark etmeyi doğurur. Ben buna “duygu hijyeni” derim. Anlatımdan önce bir gece beklemek, sonra özlü paylaşmak ve mutlaka küçük bir eylemle bağlamak… Böylece acı, sürekli dolaşıma giren bir para birimi olmaktan çıkar.

Toplumsal düzeyde ise “acı ekonomisi”nin üç kuralı işler: ortaya koyma, kurban, kurtarıcı. Bunun karşısında ben “dikkat ve sessizlik etiği”ni savunurum. Acıya tanık olmak, ama onu yüceltmemek; kaynağı ve sorumluluğu paylaşmak; hikâyeyi büyütmek yerine hakikati berraklaştırmak… Gelelim bunun sanatına: Sanat, toplumsal gerçeklik içinde çoğunlukla acının işlenmiş hali olarak ortaya çıkar. Acıyı yalnızca görünür kılmaz; ona biçim verir, onu estetik bir dile dönüştürür ve toplumsal hafızaya taşır. Bu nedenle sanat acıyı hafifletmez; onun varlığını başka bir düzlemde sürdürür. Belki de sanatın rolü, acıyı bu hale getirmekten çok, ona tanıklık eden yeni bir ifade alanı açmaktır. Dönüşümün dili sanatta böyle açığa çıkabilir.

Ve unutmayın: Neşe, acıyı yok eden bir farkındalık halidir; onunla birlikte yaşamayı mümkün kılan bir bağışıklık değil. Acı bedenin yarası ise, neşe ruhun akışıdır. Acı vardır ama seni tüketmez; çünkü neşe onun kanına karışmasına izin vermez. Neşe ve farkındalık tükenirse acının mevcut hali yaşamda zehirlenmeye yol açar. Neşe yaşam akışıdır. Küçük sevinç pratikleri —güneşin ilk ışığını izlemek, bir çocuğun kahkahasına kulak vermek, suyun ellerden akışını hissetmek— dilimizi yeniden ayarlar. Çünkü zihin iyileşmeden dil, dil iyileşmeden toplum iyileşmez.

Özetle: Acı öğretendir, meslek değil. Dersini aldığında orayı terk edip çıkman gerekir. Eğer acıyı sürekli taşır ve yaşatırsak, öğrenen değil tutsak oluruz. İnsan ya acının sesini dinler ya da kendi içindeki özgür sesi.

Dünyanın Trajedisi

— O zaman bu acı süreçleri nereye varıyor?

Bilge Kadın: Zamanla bu durum yalnızca bireyleri değil, bütün insanlığı sarar. Acı bir kimyasal radyasyon gibi yayılır. Dünyanın etrafına görünmez bir ağ örülür. İnsanlık, kendi dramlarının yankısıyla birbirine bağlanır. Sekiz milyar insanın ruhunu saran şey budur: Acının dramatik bütünlüğü.

Bugün dünya, hakiki düzenin değil, acının örgütlenmesinin üzerinde yükseliyor. Örgütler, ideolojik-inançsal organizasyonlar, devletler, ekonomik sistemler, aile, bireyler… Kısacası tüm ilişkiler acının ağına takılarak, hikâyelerin yükü altında kalarak ve trajik hayatların aktarımını yaparak, yani acının paylaşımıyla ayakta kalıyor. İnsanlık, doğanın öz bilgisini yaşayamadığı için kendi bozukluğunun üzerine yeni bozukluklar ekliyor. Bu nedenle dünya, trajedilerin trajedi dizisine dönüşmüş durumda. Ve bu dizi hiç bitmiyor, hep yayında kalıyor.

Hakiki Çözümün Başlangıcı

— Peki çözüm nereden başlayabilir?

Bilge Kadın: Çözüm, insanın doğanın içsel enformasyonuna yeniden kulak vermesiyle başlar. Çünkü evrenin özü zaten düzen kurucudur, titreşimin akışı zaten onarıcıdır. İnsan bu akışı görüp yaşadığında, sadece bir birey olmaz; evrenin içsel düzeninin yaşayan ifadesi olur. Onun sesi, hakikatin sesidir.

— Yani hakiki çözüm için herhangi bir ideolojiye, inanca, kurama gerek yok mu?

Bilge Kadın: Hakiki çözüm, hiçbir ideolojide, hiçbir inançta, hiçbir felsefi kuramda saklı değildir. Çünkü bunların çoğu, insanın yaşadığı acının örgütlenmiş biçimlerinden doğmuştur.

İnsanın ilk kaybı —ilk bozulma— henüz hiçbir kuram, inanç ya da ideoloji yokken ortaya çıktı. Bu kayıp, doğrudan insanın pratiksel deneyimleriyle bağlantılıydı: avcılık, savaşçılık, kan akıtma, doğaya ve diğer canlılara yönelen müdahaleler… Bu deneyimler zihinde bir kırılma yarattı. Zihin, doğanın akışına uyum sağlamak yerine ondan kopmaya başladı. Bu kopuşla birlikte kurnazlık, hile, çıkar, saldırganlık gibi nitelikler ortaya çıktı.

Sonraki bütün ideolojiler, inançlar, felsefeler, mitolojiler ve hatta bilim bile işte bu bozulmuş zihnin üzerine inşa edildi. Yani ideolojiler çözüm değil, bozulmanın farklı maskeleridir.

Hakiki çözüm, insanın yeniden saf açıklıkla enformasyona kulak vermesindedir. Buradaki “enformasyon”, dışarıdan dayatılmış bilgi değil; varlığın kendi akışıyla insana fısıldadığı saf bilgidir. İnsan bu akışa uyumlandığında, acının örgütlenmiş hali çözülür; onun yerine hakiki akışın düzeni doğar. İşte gerçek dönüşüm budur: acıyı ideolojik veya inançsal kalıplarla değil, varlığın çıplak akışıyla görmek.

Son Söz: Hakikatin Dili

— O halde Bilge Kadın, son sözün nedir?

Bilge Kadın: Son söz şudur: Evrenin özü zaten konuşuyor. Ağaç yaprağıyla, su akışıyla, yıldız ışığıyla sürekli aynı şeyi fısıldıyor: “Ben düzenim, ben akışım, ben enformasyonum.” İnsan, bu fısıltıyı duyduğunda kendini ve sözünü de bulur. O söz artık kişisel değildir; hakikatin, enerjinin dili olur. Ve işte o anda insan, evrenin kendisini yaşamış olur.

— Bu güzel, anlamlı ve derin konuları bizimle paylaştığın için teşekkür ederim.

Bilge Kadın: Rica ederim. Paylaşmak ruhu besleyen bir köprüdür; her kelime, içimizde yeni bir ışık yakar ve farkındalıklar böyle çoğalır.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.