“Bırak ay gitsin, sen kal bu gece…”
Çünkü her şarkıda, her dizede isyan oluyor, ete kemiğe bürünüyordun;
bizim boğazımıza düğümlenen, dilimize vurulan bütün sözleri
sen söylüyordun bizim yerimize.
Yasaklanmış bir nefesin, sürgüne bırakılmış bir halkın,
öksüz bir ülkenin bütün çığlıklarını
tek bir sesin içine topluyordun.
Ve özlüyorduk seni,
anamızı babamızı özler gibi değil artık;
gömülmüş çocukluklarımızı, paramparça mahcubiyetlerimizi
ve söyleyemediğimiz acıların içimizde kalan tortusunu özler gibi…
Ahmet Abi,
sen en büyük gurbetimiz,
kabullenilmeyen en çatal yaramızdın.
Eskiden gözyaşlarımız vardı.
Bir de Deniz’ler vardı…
Darağacında Pir Sultan’a Yusuf olup haykıran bir isyan…
Ve kiraz ağacında gömleği yırtılan çocukluğumuzu arayan
bir Yılmaz Güney’imiz…
Bir gecenin en karanlık vaktinde yıldızlar bile sensizliğe savrulurken
sen, en büyük harflerle “SÖYLE!” diye uyandırıyordun bizi.
“Dışarıda yağmur yağıyor, benim içime kar…” diyerek gönüllerde, sultanların oturduğu tahtların üstündeki sultanları kendine taht ediyordun.
Köpek eyliyordun tüm riyakâr sanat soytarılarını ve sahtekâr çakal sürülerini, çatal çatal…
Ama bir şey daha vardı:
Başörtüsüne karşı isyanın…
Kadının saçına değil,
diz çöktürülmüş bedenine,
susturulmuş iradesine,
gölgeye hapsedilmiş çocukluğuna isyandı o.
Herkes susarken geceye sen, örtünün kendisine değil,
örtünün bahane edilerek kadının yaralanmasına karşı haykırıyordun.
“Bir halkı kadınından vurursanız,
o halkın masalını da öldürürsünüz,” diyordun sanki.
Bir sesin vardı:
Kirli örtülerin değil, kirletilmiş niyetlerin çürümüş yüzünü söken.
Biz diye bir şey yoktu henüz!
Biz anlamıyorduk belki,
ama sen biliyordun:
kadının sustuğu yerde ülke de susar, her yerde savaş olur, kan olur;
kentin kalbi kararır ve
çocuklar kedilerle yetim kalır.
İsyanın bu yüzden dik, bu yüzden keskin, bu yüzden deliydi.
Biz delirmeyi bile bilmedik ki hiç! Çünkü bizden büyük, karanlık ve ağır korkularımız vardı; bizden azade olmayan…
“Tutmazsam ellerini yakarım bu şehri!” derken
boydan boya babasızlığa ve sevgisizliğe kesiyordu intihar kokan Batman geceleri ve trensiz dörtnala koşan nudistan coğrafyamda. Biz susuyorduk; sen hepimizin yerine söylüyor, haykırıyor ve bağırıyordun.
Yetimlerin alnından öpüyor,
babasız gecelerin kokusunu alıyor,
intiharın gölgesine düşmüş bütün çocuklara
“korkma” diyordun.
Biz ise susuyorduk.
Sen her dizede tutuklanıyor, her şarkıda sürgüne gidiyor,
her mısrada kurşuna diziliyor,
ama yine de bizim yerimize haykırıyordun.
Boğazın düğüm düğüm olsa da
“Şu insanların yüzlerini göremiyorum…” diye yakınsan da
biz biliyorduk ki:
Sen görmediğin insanların bile yükünü sırtında taşıyordun.
O söylüyordu, biz susmaya ve ölmeye keçilik ediyor, yemin ediyorduk.
Mozart’ın aşkını içine gömen o Şakiro-çocuk hâlinle
hem bize küfrediyor, hem bizi çok seviyordun.
Biz susarken, sen konuşmanın cezasını çeke çeke büyüyordun.
Biz entel maganda olup meyhane köşelerinde
“Çek çek Mustafa, ahkâmı çek!”
diye haykırırken sen, özlem dolu, hasret dolu bir ömür yaşadın.
Haydar demedi mi sana:
“Bu şehir seni bozar…”
Ve bozmadı mı? Bu şehir bizi!
“Savaşma seviş” derken
sen sevişmeyi yanlış anladın;
meni kokan gecelerde çocukluğunu yaraladın,
gayrimeşru yalnızlıklara kardeş oldun,
Allah’ı en çok sen severken en çok sen kavga ettin Allah’la. Her günün günah ve gün gün ah çektin.
Biz
“Acımasız olma, kum gibi ezme bizi!”
diye yalvarırken bile
sen geride paramparça aşklar bırakıp
ihanete değil ama suskunluğun dipsiz kuyusuna çekildin.
Ki geceler gündüzler birbirine karışmışken, tatlı su tuzlu su ayırt edilmezken, benler, bizler ve senle tan karmaşa…
Sen uzaklara giderken
martılar çöplüklerde dolanıyor,
biz seninle yalnızlığın kalbinde sevişiyorduk.
Ve yine soruyordu Ahmet Abi:
Siz sofralar kurarken, uçkurunuza çilingirler açarken ve dansözlüğe du şeş dönerken
benim neden ağladığımı nereden bileceksiniz?
Kime yandığımı nereden bileceksiniz?
İşkencede polise bile
“Beni vur, beni vur; onlara verme!” diye haykırırken
içimdeki seni nasıl sakladığımı, sahi nereden bileceksiniz?
Sen
“Ben yanmazsam, sen yanmazsan
bu karanlık nasıl yarılır? Ben yandım, siz yanmayın Allah aşkına”
derken
biz ise, ihanete dokuz ay on günlük gebe titreyen gözlerle,
“Sen yan, ben yanmayayım…”
diyorduk. Allah aşkına?
“Yanımdasın, susuyorsun…
Susuyor konuşmuyorsun…
Konuşmuyor görmüyorsun…”
diyerek parmağını gözlerimize dayıyordun, şifa niyetine…
Ama biz yine sadece ağlıyorduk, timsah gözyaşlarımızla.
Sen bir mandolinin kırık tellerinde Yılmaz Abi’ye komşu olurken
biz hâlâ susuyorduk.
Deniz’in gözleri masmavi bir mezara bakarken
biz hâlâ susuyorduk.
Cegerxwîn İshak Paşa da Ahmedi Xani’yle mandolin çalarken
biz hâlâ susuyorduk.
Ve henüz çocuklar saz çalmak dışında hiçbir şey çalmayı, portakal çalmayı dahi bilmiyordu…
Sen bizim yerimize haykırıyordun.
“Diyarbakırlıymış adı Bahtiyar; suçu saz çalmakmış!”
diyerek bu ülkenin gerçek eşkıyalarını ele veriyordun.
“Sazı çatlamış, sakalı uzamış…” derken
bizim günahlarımızı da yazıyordun kendine.
Sonra
“Başım belada, tabancamı unutmuşum helada” deyip
bir kurşun sessizliği gibi düşüp gittin, uzaklara. Çok uzaklara…
Kurşun gibi, mavzer gibi patlayıp giderken bile üzülme, beddua etmem dedin…
“Hoşçakal iki gözüm, hoşçakal ülkem…” deyip
çocuk yüreğinle “bir menekşe kokusunda seni aramak” var ya,
diyerek kokusunu aradığın kokusuz menekşelere karıştın.
Kafana sıkıp gittin.
Kafamıza sıkıp gitmesi gereken bizken,
kafana sıkıp da gittin, arka mahallede salıncaklarda sallanmaya…
O yüzden sokaklar yetim,
o yüzden kediler sahipsiz,
ormanlar çıplak,
insanlık çırılçıplak şimdi.
İşte o yüzden Ruanda’da köpekler aç ve cesetler paramparça.
Her tacizde,
her serçe kalbinden vurulan kuşta,
her genç ölümünde
biraz daha çöküyorum, korkuyorum ve susuyorum.
Her kadının üçüncü sayfaya düştüğü haberde,
Filistin’de her kuş vurulduğunda, serçe kalbinden,
dağlarımızda bahar yerine her genç öldüğünde,
her yoksulluğa, tacize, ölüme terk edilen hayatta
daha çok ağlıyorum gecelere.
Ve sadece ne diyorum biliyor musun?
Özür dilerim Allah’ım, ağladığım için…
Çünkü sen gideli herkes sustu,
kimse konuşmuyor.
Kimse karanlığı yaran o büyük çığlığı atmıyor, biliyor musun?
Sen her zaman kazanmazsan bile benim masal kahramanımdın.
Benim yerime konuşan, benim yerime haykıran…
Ve özlüyorduk seni, anamızı babamızı özler gibi.
Ahmet Abimiz… Sen en büyük gurbetimizdin.
Sen gittiğinden beri, yağmurlara astığım ceketim
sen gideli hiç kurumuyor.
Tehlikeli şiirler okuyorum,
dünyaya sataşmadan uyuyamıyorum.
Bir de sen gitme sevgili-m / Ahmet abi…
Bu aşkın bir nüshası sende kaldı, Ahmet…
Ve yine söylüyorum:
“Bırak ay gitsin, sen kal bu gece…”