1973 yılında, Stanford Üniversitesi’nden psikolog David Rosenhan, tarihe geçecek bir deney yaptı. Deliliğin tam olarak Teşhis edilemediğini düşünüyordu. Bunun için Sekiz sağlıklı insanı —aralarında doktorlar, psikologlar, ev hanımları ve ressamlar vardı, hatta birisi de kendisiydi.— farklı psikiyatri kliniklerine gönderdi. Kliniklere giden bu sağlıklı insanların doktorlarla görüşmesinde, farklı olarak tek yapmaları gereken, “kulaklarında anlamsız sesler duyduklarını” söylemekti.
Sadece bunu söylemelerine rağmen, hepsi “şizofreni” teşhisi aldı. Daha sonra normal ve kendileri gibi davransalar da, kimse onlara “sen aslında sağlıklısın” demedi. Ortalama 19 gün boyunca hastanelerde tutulup ağır ilaçlar kullandırılmaya ikna edilmeye çalışıldılar. Rosenhan’ın deneyini ünlü yapan şey, şu çıplak gerçeği ortaya koymasıydı: Bir kere “etiketlenirsen”, o etiketin gölgesi davranışlarının üzerine kalın bir perde gibi iniyordu. Anlamsız seslerin dışında her şeyi doğru söylüyorlardı ve kendi davranışlarını olduğu gibi spontane sergiliyorlardı. Tüm bu doğal davranışları bile birer şizofreni belirtisi olarak kayıt altına alınıyordu. Odalarını toplamalarını bile obsesif davranış olarak değerlendiriliyordu. Çünkü artık birer şizofren olarak etiketliydiler. Ama bir türlü doktorları ikna edemiyorlardı.
Bugün, bu deneyin üzerinden yarım asır geçti. Peki biz değiştik mi? Yoksa etiketleme refleksimiz, sosyal medyanın algoritmik mikroskobuyla daha mı güçlendi?
Artık kimseyi kapalı koğuşlara göndermiyoruz belki… ama dijital koğuşlarımız var. Birisi bir hata yapıyor, bir yanlış söz söylüyor, ya da sadece farklı bir görüş dile getiriyor. O andan itibaren ismi, yüzü, kimliği milyonlarca kişinin zihninde tek bir kelimeye indirgeniyor: “Tembel”, “Provokatör”, “Şımarık”, “Cahil”, “Fanatik”... Ve tıpkı Rosenhan’ın “hastalarının” başına geldiği gibi, sonraki tüm davranışlar bu etiketin filtresinden okunuyor.
Etiketlemenin psikolojideki en tehlikeli yanı, sadece başkalarını değil, kendimizi de mahkûm etmemiz. Zamanla insanların bizimle ilgili düşüncelerine biz de inanmaya başlıyoruz. Bir kere “başarısızım” dedik mi, sınav kağıdına bakarken beynimiz bile bunu kanıtlayacak hataları seçmeye başlıyor. Bir kere “sevilmiyorum” diye düşündük mü, dostça bir suskunluğu bile soğuk bir reddediş olarak yorumluyoruz.
Rosenhan’ın deneyinde hastalar taburcu edildiklerinde “remisyonda şizofreni” olarak yazıldı. Yani, “Hâlâ hastasın, ama şimdilik iyi görünüyorsun.” Etiket, hastanenin kapısından çıktıktan sonra bile onların peşini bırakmadı. Biz de bugün insanlara “çalıyor ama iyi niyetli”, “çirkin ama sempatik”, “zeki ama çalışmıyor ” “bebek yüzlü ama şeytan” gibi yarım yamalak, zincirli sıfatlar takıyoruz.
Belki de asıl sorun, insanı tek bir kelimeye sığdırma alışkanlığımız. Oysa her insan, içinde onlarca zıtlığı barındıran, mevsimleri değişen birer dünya. Hepimiz bazen yanlış yaparız, bazen doğru. Bazen parlak fikirler buluruz, bazen aptallık ederiz. İnsanı, bir ömür boyu taşıyacağı bir etiket yerine, sürekli değişen bir hikâye olarak görebilsek… Belki daha az yargılar, daha çok anlarız. Heraklitos’un dediği gibi, değişmeyen tek şey değişikliğin kendisidir.
Rosenhan’ın bize yarım asır öncesinden seslenen deneyinin güncel mesajı basit: “Araştırmadan yaftalama. Teşhis koymadan önce dinle. Etiket yapıştırmadan önce anla. Yargılamadan önce sor.”
Çünkü bazen “normal” olan tek şey, hepimizin biraz anormal olmasıdır.
Etiketin yapıştığı yerde insan kayboluyor. Ve insan kaybolduğunda, geriye sadece bağırışlar, öfke ve önyargı kalıyor.
O yüzden belki de en devrimci hareket, başkaları hakkında konuşurken elimizi biraz daha yavaş kaldırmak. Linç tuşuna basmadan önce derin bir nefes almak. Çünkü bazen, “normal” olan tek şey, önce anlamaya çalışmaktır.
“Delilik, yalnızca bireyin zihninde değil; çoğu zaman onu gözlemleyenin bakışında yatar.”
Kalın sağlıcakla...