Son yıllarda “iyi hissetmek” bir ihtiyaçtan çok bir hedefe, hatta bir pazara dönüştü. Raflarda parlayan kişisel gelişim kitapları, “mutluluk garantili” atölyeler ve “enerji dengeleme” vaat eden uygulamalar, insanın en hassas alanı olan duygular üzerinden bir endüstri yarattı. Artık iyilik hâli, içsel bir süreç olmaktan çıkıp, satın alınabilir bir ürün gibi sunuluyor. Oysa insan ruhunun iyileşme süreci, bir “paket program”a sığamayacak kadar özgün ve bireyseldir.
Bu yeni “duygusal ekonomi”, bireyin duygularıyla temas kurmasını değil, onları pazarlık konusu yapmasını teşvik ediyor. Sosyal medyada paylaşılan gülümsemeler, motivasyon cümleleri ve sürekli “pozitif kal” çağrıları, duygusal gerçekliği perdeleyen bir yüzeysel mutluluk kültürü oluşturuyor. Acı, öfke, korku gibi duygular artık istenmeyen, bastırılması gereken kusurlar gibi görülüyor. Oysa bu duygular da insan deneyiminin doğal parçalarıdır. Bastırıldıkça değil, tanındıkça iyileştirirler.
Psikoloji biliminin amaçlarından biri, bireyi sürekli mutlu kılmak değil, onu kendi içsel gerçekliğiyle temas ettirmektir. Ancak bugün “self-care” adı altında pazarlanan birçok yaklaşım, bu içsel süreci hızla tüketilebilir hale getiriyor. İnsanın duygusal karmaşası bir eksiklik değil, yaşamanın kanıtıdır. Gerçek iyilik hâli; çabasız mutluluk reçetelerinde değil, insanın kendine dürüstçe bakabildiği, kırılganlıklarını kabul edebildiği o derin yüzleşmede saklıdır.
Bu nedenle, duyguların metalaştırıldığı bir çağda en radikal eylem belki de “sürekli iyi olma” baskısına direnmek, insan olmanın tüm duygusal çeşitliliğini kabullenmektir. Çünkü bazen en gerçek “iyi oluş”, iyi hissetmemenin bile doğal olduğuna inanabilmektir.