Marshall McLuhan, medyanın içeriğini hırsızın köpeğe attığı et parçasına benzetir. Köpek o ete saldırır, hırsız da aradan sıvışır. Biz de ekranlarda beliren tartışmalara, kavgalarına, şovlara öyle dalarız ki, asıl “alet”i yani televizyonun kendisini unuturuz. Ta ki ekran kararınca… O zaman cihazı fark eder, “fişten mi çekildi, tüpü mü yandı?” diye düşünürüz.
Siyaset de tıpkı böyledir. İktidar, kendisini görünmez kılarak işler. Halk, gündelik telaşlara, faturalara, benzin zamlarına ve medyadaki kavgaya öyle kilitlenir ki, iktidarın nasıl işlediğini, hangi mekanizmalarla kendisini kalıcı kıldığını sorgulamaz. İçerik dediğimiz gündelik polemikler, skandallar, hamasi nutuklar aslında McLuhan’ın “kanlı et parçası”dır. Halk o etin peşinden koşarken, iktidar çoktan arka kapıdan geçip gitmiştir.
Peki ne zaman fark ederiz? Televizyon bozulduğunda… pardon, sistem bozulduğunda. Ekonomi çöker, seçimler tartışmalı hale gelir, özgürlükler kısıtlanır, işte o zaman iktidarın gövdesi birden görünür olur. Ama bu farkındalık da uzun sürmez. Televizyon tamir edilince yine dizimize, reality show’a döneriz; siyaset biraz normalleşince yine gündelik telaşlara. İktidar da zaten bu “uyku modundan” beslenir.
Üstelik günümüzde mesele yalnızca televizyon değil. Artık “ikinci ekran” diye bir bela var: sosyal medya. Orada da gündemler, TT listeleri, viral videolar aynı işi görüyor. Bir gün muz fiyatı gündem olur, ertesi gün kimin kiminle fotoğraf verdiği… Sonuç değişmez: Köpeğe atılan et parçaları daha küçük ama daha çok. Hepimizin dikkati doyuyor, ama gerçeğe açlığımız sürüyor.
Basın deseniz… McLuhan görseydi, herhalde “köpeğe et değil, kemik atıyorlar” derdi. Ekrandaki yüzler değişir, sesler kısılır, manşetler tek tondan çalar. Ama biz hâlâ “özgür basın var mı yok mu?” diye tartışırken, asıl soru gözden kaçar: Basın kimin köpeği?
İktidar ise bu görünmezliği ustalıkla kullanır. Kriz çıkınca “hepimiz aynı gemideyiz” der; ama gariptir, geminin kamarası başkalarının, küreği başkalarının, selfie’si liderindir. Sonra bir reklam filmi döner: “Gelecek çok güzel olacak.” O filmin bütçesiyle birkaç okul yapılabilirdi, ama çocuklara eğitim yerine umut verildi mi mesele kapanır. Hem umut ucuz, okul pahalı.
Asıl mesele şu: Biz televizyonun hiç bozulmayacağını sanıyoruz. Oysa siyaset de televizyon gibi, bir gün mutlaka kararıyor. Ve o gün geldiğinde, “ekranın çoktan değiştiğini” fark ediyoruz.
Ama iş işten geçmiş oluyor. Çünkü biz hâlâ sahnede oynanan oyuna alkış tutarken, rejisör çoktan perdeyi kapatmış oluyor.