EN BÜYÜK DOSTU SAZI VE SÖZÜ OLDU

Halk ozanı Sayın İsmail İpekle evinde ilginizi çekeceğine inandığımız bir söyleşi gerçekleştirdik

Maraş’ın bir dağ köyünde doğan İsmail İpek’in köyünde kışın çok kar yağardı. Köyden dışarı kolay kolay çıkılmazdı. Bütün köy baharı beklerdi. Uzun kış gecelerinde ya hayvanlara bakılır ya da köyün insanları bir araya gelerek sohbet ederler ve ardından da çoğunlukla sazlar çalınır, türküler söylenirdi. Saz çalmak, türkü söylemek sıradan bir haldir. Böyle bir ortam ister istemez söyleme yeteneği olanları teşvik eder. Bu yüzden köyden çok ozan çıkar. Bu ortamda saz çalma ve türkü yeteneğini geliştiren İsmail İpek Köyden çıkınca önce İstanbul’a daha sonra Ankara’ya gider.

İstanbul’da tanınan birçok simayla tanışır. Köyden köye, şehirden şehre, ülkeden ülkeye konserlere taşınır. Türkülerini plaklara ve kasetlere okumaya başlar.

Özellikle 1970’ler sonrası plakları kent varoşlarında ve köylerde çalınmaya başlar. Geride maceralı zengin bir yaşam öyküsü ortaya çıktı. İki bölüm halinde yayınlayacağımız söyleşinin ilk bölümünde kendi yaşam öyküsünü ikincisinde ise hem komşu köylüsü, kızıyla Mahsuni’nin oğlu Emrah’ın evliliğinden dolayı da hısım olan ve uzun yıllar saz ve söz arkadaşlığı yaptığı Mahsuni Şerif üzerine; halk ozanı Sayın İsmail İpekle evinde ilginizi çekeceğine inandığımız bir söyleşi gerçekleştirdik.

EN BÜYÜK DOSTU SAZI VE SÖZÜ OLDU

Mümin Ağcakaya / Özel Röportaj

Türkü söylemeye ne zaman başladınız?

Maraş’ın Afşin ilçesinin Örenli Köyünde 1942 de doğdum. Köydeki yaşamımız çiftçilikle geçti. O zamanlar tarım köyde karasaban ve öküzlerle yapılırdı. Durumumuz köyde o dönem koşullarına göre iyi sayılırdı. Köy yaşamını tam anlamıyla yaşadım sayılır. Orakla ekin biçer, harmanda döven sürer, harmanı yabalarla havaya savurarak samanı ve buğdayı ayrıştırırdık. Çok emek isteyen ve zahmetli bir işti.

Türkü söylemeye ne zaman başladınız?

Köyde herkes saz çalıp söylerdi. Bizde bu durum adeta gelenekselleşmiş bir iş sayılabilir. Birçok ozan çıkmıştır. Şu anda bile bizim köyde elliye yakın saz çalıp söyleyenimiz vardır.

Bizim köyün yeri yüksek olduğu için çok kar yağardı. Bu yüzden köyden dışarı kolay kolay kimse çıkamazdı. Bütün kış ahırdaki hayvanlara bakmakla, köy sohbetleriyle veya saz çalmakla geçerdi. Köyde âşık çok olduğu için insanlar akşamları bir araya geldiklerinde yapılan sohbetlerden sonra genellikle sazla sözle devam ederdi. Babamın da sesi güzeldi. Çekirdekten yetişme diyebiliriz. O zamanlar babalarımızın yanında yaşlarımız küçük olduğu için onların yanında türkü söylemeye utanırdık. Ancak büyükler izin verdiğinde söyleyebilirdik. Ben babamın olmadığı zamanlarda türkü söylerdim. Türkü söylediğimi öğrenen babam kapının arkasından gizlice beni dinlermiş. Öteki arkadaşlarına, âşıklara; ‘İsmail’e söyleyin yanınızda söylesin’. Diyor. Bana geldiler; ‘Artık sende bizim yanımızda söyleyebilisin’ dediler. Artık bende büyüklerin yanında söylemeye başladım.

İlk sazın ne zaman oldu?

Babam köyümüze yakın olan bir köy vardı. Köyün adı Tatlar’dı. O köyde tut ağaçları vardı. Babam o köye gidiyor ve oradan bir dut ağacı gövdesi alıyor. Fakat ağacın sahibi bundan bir saz da ben isterim diyor.

Bizim köyde Hüseyin isminde bir marangoz vardı. Hüseyin amca bu gövdeden iki saz yaptı. Birini bana verdi diğerini de babam Tatlar Köyündeki amcaya götürdü. Artık bir sazım vardı. Bu sazla öğrenmeye ve çalmaya başlardım.

 Bizim eve dedeler gelirdi. Köyün büyükleri ve babamlar onlarla sohbet ederken; beni kastederek; ‘bunda çok iş var’ derlerdi. O zamanlar Mahsuni bize geldi. O zamanlar 18-19 Yaşlarında idim. Mahsuni bana bir saz hediye etti. Hediye ettiği saz tek gövdeden oyma değildi. Parçalı dediğimiz bir sazdı. Artık köy düğünlerine söylemek için götürüyorlardı.

1962 de evlendim. Köyde yedi kardeşle birlikte oturuyorduk.

İlk plağı ne zaman çıkardınız ve İstanbul maceranız nasıl başladı?

1966 da askerliğimi yaptıktan sonra İstanbul’a gittim. O zamanlar Unkapanı’ndaki plak firmaları henüz yoktu. Plak firmaları Sirkecide Doğu Bank İş Hanının bodrum katındaydı. İlk 45’lik plağımı çıkardım. O arada Nesimi Çimen’le tanıştım. İlk plağı okuduğum zaman. Âşık İhsani, Zaralı Halil, Muhlis Akarsu, Sait Ateş, Âşık Veysel gibi birçok sanatçıyla tanıştım.

Nesimi Çimen beni eve götürdü. İlk plağı yaptıktan sonra köye döndüm. Köyde bir kaç ay kaldıktan sonra tekrar İstanbul’a döndüm. Nesimi Çimen’in evine gittim. Nesimi o zamanlar Halk Oyuncuları Tiyatrosu vardı, orada çalışıyordu. Tiyatroya bende gidip geliyordum.

(Aşık Veysel'i hastanede ziyaret ederken) 

İlk konserinizi ne zaman verdiniz?

İkinci gidişimde 1967-68 de ilk konserimi İstanbul Teknik Üniversitesinde yaptım. İkinci konserimi de, Aksaray’da TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) vardı, orada oldu. İstanbul Teknik Üniversitesinde konser verirken; İdris Küçükömer sesimi beğendiği için gelip benimle tanıştı. Hatta daha sonra 1968 Amerika’nın 6. Filo protestosunda beni kurtardı. İstanbul sokaklarını pek bilmiyorum. Harun Karadeniz gençleri yönlendiriyordu. Polisler müdahale edince bende kaçıyordum. Beni gören İdris Hoca bana; ‘Sen gel zaten İstanbul’u bilmiyorsun, seni götürecekler’ diyerek beni arabasına aldı.

Bu arada konserlerim de devam ediyordu. İkinci plağım ‘Ruhumda Bir Sıkıntı Var’ isimli plağım çıktı. Bu plakla tanınmaya başladım. Bu türkü piyasada tutulmuştu.

Bu türkünün hikâyesini anlatır mısın?

Bu türkünün hikâyesi de şöyle oldu; Hüseyin Kaçıran, Nesimi Çimen ile İstanbul Kavacık’ta oturuyordu. Hüseyin Kaçıranın işi yoktu. Ardiyecilik yapan biri; ‘Gel Hüseyin ardiyede çalış, odun kırarsın sana yevmiye de veririm’ diyor. Hüseyin sabah iş için ardiyeye gidiyor. Fakat ardiyeci; ‘Hüseyin kusura bakma, bir akrabam geldi. Mecbur işe onu aldım’ diyor. Bunun üzerine morali çok bozulan ve hayal kırıklığına uğrayan Hüseyin Kaçıran bir kahvehaneye gidip oturuyor. Eline geçen bir gazeteye bu türkünün sözlerini yazıyor.

Evde beş nüfus var.

Ruhumda bir sıkıntı var.

Gitsin diyom gitmiyor ki,

Beş nüfusa bir tek ekmek

Yetsin diyom yetmiyor ki.

Diye çaresizliğini ve içinde bulunduğu sıkıntısını dile getiriyor. Canı sıkkın olduğu için kalkarken gazeteyi almayı unutuyor. Kahvehanede bulunan öğrenciler; ‘Amca gazeteni unuttun’ diye sesleniyorlar. Bana geldiğinde gazeteyi bana göstererek; ‘İsmail ben bugün bunları yazdım’ dedi. Baktım şiir güzel. Şiiri yanıma aldım. Ankara’ya geldiğimde, Mahsuni’nin evine gittim. Mahsuni o zaman Seyran bağlarında oturuyordu. Mahsuni’nin evinde şiiri türkü şeklinde söylemeye başladım. Sesimi teybe aldılar. Aşkın Plak’ın sahibi İbrahim Büyükuzun’la daha önceden onunla bir plak çalışmamız olmuştu. Kasete aldıkları türküyü dinliyor. Âşık İhsani’ye;’İsmail’i bana bulun’ diyor. İhsani beni buldu. Bana;’Bir kasete türkü okumuşun, Aşkın plaktan seni arıyorlar’ dedi. Hemen İstanbul’a gittim. İbrahim Büyükuzun’u buldum. Böylece o türkü plak olarak ortaya çıktı

Nesimi’nin evine akşamları gidip yatıyordum. Bir akşam eve gittiğimde misafirleri gelmişti. Kalabalıktılar. Gelenler Halk Oyuncuları tiyatrocularıydı. Aksaray’da Küçük Opera diye bir tiyatro vardı. Devri Süleyman, Teneke oyununu sahneliyorlardı. Bu arada; Erol Toy’un Pir Sultan oyununun da provasını yapıyorlardı. Nesimi beni; ‘Bu genç ozanımız’ diye beni tanıttı. Oyunu sahneye koyan Umur Bugay’la, Tuncer Kurtiz’le, Tuncer Necmioğlu ile tanıştırdı. Daha sonra tiyatroya gelen; Halil Ergün Savaş Yurttaş, Ayberg Çölok, Seçuk Uluergüven, Zeki Dinçöy gibi birçok sanatçıyla tanıştım.

Bir ara Umur Bugay; ‘İsmail bize bir türkü söylesin’ dedi. Ben de; Pir Sultan’dan bir türkü söyledim. Türküden sonra Umur Bugay, Nesimi’ye; ‘Yarın İsmail’i tiyatroya getir.’ dedi. Ben o zamana kadar tiyatronun ne olduğunu bilmiyorum. Tiyatro görmemişim. Sabah Nesimi’yle tiyatroya gittik. Tiyatronun müdürü Aydın Engin’di. Aydın Engin bana; ‘İsmail seni işe alacağız, sana 600 lira maaş vereceğiz. Az ama ne yapalım.’ Dedi. Ben ise havalarda uçuyorum. Zaten o zamanlar bir kaymakamın maaşı 300 lira. Böylece beni tiyatroda işe aldılar. Provaya başladık.

KALMAYA BAŞLADIĞIM TİYATRO YAKILDI

Çocuklar köydeydi. Nesiminin evinde kalıyordum. Nesiminin evi uzak olduğu için tiyatroda kalacaktım. Tiyatroda kalacağım bir oda verdiler. Bizim köylü Perişan Derviş vardı bazen de onda ve kardeşi Kamil Mermertaş’la da kaldığım olurdu. Bir gün Kamil;’gel bu akşam bize gidelim.’ dedi. ‘Tamam’ dedim akşamüstü Kamil’e gittik. Evde saz çalıp, türkü söyledik. Komşular da geldi.

Sabahleyin Kamil’le tiyatroya geldik. Baktık ki tiyatro yanmıştı. Polisler de gelmişti. Eğer o gece orada kalsaydım dumandan ya da yangından kurtulmam mucize olurdu. Sonra tenekeler bulundu. Belli ki yakılmıştı. Tarih 1968 yılıydı. Hayatımı Kamil Mermertaş’a borçluyum.

DENİZ, MAHİR VE BİRÇOK SANATÇIYLA TANIŞTIM

İlk oyunu Tepebaşı Gazinosunda oynadık. Daha sonra İzmit’te oynamak için gittik. O ara oyuna saldırı olacak diye bir söylenti çıktı. Bazı arkadaşlar halkta panik olmasın diye seyircilere söylemeyin dediler. O ara baktım sırtında parkası olan bir uzun boylu bir genç; Siz seyirciye duyurmayın, ben tek başıma kapıda otururum. Kim gelirse gelsin hiçbir şey olmaz dedi. Tuncer Necmioğlu ve Tuncer Kurtiz’le konuşuyordu. Sonra Tuncer Kurtiz’e bu arkadaş kimdir? Diye sordum. Tuncer ağbi; ‘Bu gencin ismi Deniz Gezmiş’ dedi. Orada Deniz’e sarılıp öptüm. Öyle cesaretliydi. Sandalyeyi çekip kapının önüne oturdu. ‘Oyununuza devam edin ben hepsine yeterim’ dedi. Oyun oynandı. Herhangi bir olay olmadı.

Oyun için Ankara’ya geldik. Gençler tiyatroya çok sık gelip giderlerdi. Mahir Çayan’ı da o zaman tanıdım. Bu arada plak çalışmalarım da devam ediyordu. Nesimiyle Ankara Necatibey’de bir ev tuttuk. Daha sonra Abidinpaşa semtine taşındık. Köye haber gönderdim; ‘Çocuklarımı getirin’ diye. O arada bir kaza geçirmiştim. Motosiklet çarpmıştı. Köye gittim oyun için tekrar döndüm.

PİR SULTAN ABDAL OYUNUNUN TURNELERİ DEVAM EDİYOR

Yazları turneler devam ediyordu. Turneye gittiğimde oyun başlamadan önce ben on onbeş dakika saz çalıp söylerdim. Türküden sonra oyun başlardı.

DİYARBAKIR’I UNUTAMADIM

Bizim aşiretimiz de bir dönem Diyarbakır beyliğinde kalmışlar. Sonra Maraş bölgesine dağılmışlar.

Diyarbakır’a daha önce birkaç kez gitmiştim. En son Osman Baydemir’in Belediye Başkanlığı döneminden düzenlenen festival için davet edilmiştik. Festivalde hiç unutamadığım bir anım oldu. Oyun başlamadan sahnede Kürtçe bir uzun hava söyledim. Müthiş bir alkış koptu.

1969 da Ankara’ya çocukları getirdim. Pir Sultan Abdal tiyatrosu devam ediyor. Devri Süleyman, Teneke, Salozun Mavalı, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz oyunları devam ediyordu.

PLAK, KASET VE YURT DIŞI KONSERLERİ DEVAM EDİYOR

Plak devri bitince kaset devri başladı. Plak döneminde 84 adet 45’lik plak yaptım. Kasetlerin sayısı da 23 oldu. Yurt dışı konserleri de çok oldu. Amerika, İngiltere, Belçika, Hollanda gibi birçok ülkeye defalarca gittim. Ama artık yurt dışına gidemiyorum. Yine yurt dışı davetler oluyor ama artık yaş da ilerledi. Gözden ameliyat da oldum, rahatsızlığım devam ediyor. Bu yüzden uzun yolculuklara artık bünyem elvermiyor. Yakın yerlere olursa bazen gidiyorum.

YILMAZ GÜNEY’LE DE TANIŞTIM

Yılmaz Güney’le beni Mustafa Alabora tanıştırdı. Ankara’da cezaevineyken görüşüne gidiyordum.

Ankara Tuzluçayır Mahallesinde bir gecekondu yapmıştım. Bir gün bekçiyle bir polis geldi. Bana sen askerlik yoklaması yapmamışsın dediler. ‘Ben her sene askerlik yoklaması yapıyorum.’ dedim. Ama onlar; ‘yok karakola geleceksin’ dediler. Beni Mamak karakoluna götürdüler.  Karakola gidince; ‘seni arıyoruz’ dediler. Hemen kelepçeyi taktılar, direk mahkemeye götürdüler. Tutuklandım. Ankara Ulucanlar Ceza evinde 8. Koğuşa konuldum. Avni Bektaş ile Yılmaz Güney o koğuşta kalıyordu. Birkaç gün Yılmaz Güney’le kaldım. Ondan sonra Yılmaz Güney’i Kayseri ceza evine gönderdiler. Sonra Taner Akçam’la ve Avni Bektaş’la aynı koğuşta kaldım. Yılmaz Güney Kayseri’ye giderken eşofmanlarını bana bıraktı. Ceza evinde Şeftali Sokak diye adlandırdıkları yerde sabahları spor yaptırırdı.

Ulucanlar Cezaevinde iki ay kaldıktan sonra beni kelepçeli olarak Diyarbakır’a gönderdiler. Bir ay da Diyarbakır’da yattıktan sonra tahliye oldum. Bir süre sonra Avni Bektaş’la birlikte Kayseri’ye Yılmaz Güney’i ziyarete gittik. Yılmazla mektuplaşıyorduk. Ankara’da benim gecekondu sürekli polis tarafından basılıyordu. Evde Yılmazın mektupları vardı. Mektupları el koymasınlar diye saklıyordum. Her aramadan sonra beni Mamak’a götürüyorlardı. Bir gün avukat Emin Değer’e rastladım. Emin Bey’e; ‘beni durmadan buraya getiriyorlar. Ne için getirildiğimde söylenmiyor. Suçum nedir?’ Dedim. Beni Başsavcı Nurettin Soyer’e götürdü. ‘Bu ozanımızı durmadan getiriyorlar’ dedi. Bu olaydan sonra bir daha beni götürmediler.

HACI BEKTAŞ’DAKİ KUTLAMA

Hacı Bektaş’da 16 Ağustosta şenlikler vardı. Mahsuni de var. Otobüs yolda mola verince Cumhuriyet Gazetesinde Ruhi Su, Rahmi Saltık, İsmail İpek, Hacı Bektaş’a sokulmayacak diye bir haber vardı. Biz Hacı Bektaş’da otobüsten inince polis hemen;’İsmail İpek sen misin?’ diyerek beni karakola götürdüler. Akşamüstü beni askeri bir araca bindirerek Ankara Emniyetine götürdüler. Daha sonra Mithat Paşa Caddesindeki DGM’de duruşmaya çıkardılar. İfademi aldıktan sonra serbest bıraktılar. Bu arada festival de bitmişti.

Divriği’ye bir konser vermiştik. Konserden sonra Feyzullah Çınar, Mustafa Pınar ve benim hakkımda gıyabi tutuklama kararı verilmişti. Ozan Mehmet Ali Karababa gece bizi bir ciple Cürek’e götürdü. Cürek demir madeninin çıktığı bir yerdi. Cürek’te kalabalık toplanmıştı bir konser de orada verdik. Bir gün orada kaldık. Feyzullah’ın köyü oraya yakındı, köyüne gitti. Bende Mustafa Pınarla beraber gece trene binerek Ankara’ya geldik.

Divriği Erzincan’a bağlı olduğu için celp kararı geldi. Devlet Güvenlik Mahkemesine gitmek için otobüse bindim Erzincan’a gittim. Bir başka otobüsle Feyzullah Çınar da gelmişti. Beraber mahkemeye gittik. Mahkemede hakkımızda birçok iddialara yer verilmişti. Ama ifademizi aldıktan sonra bizi serbest bıraktılar. Yolda yürürken güldüm. Feyzullah halimize mi gülüyorsun? Dedi. Ona niye güldüğümü köyden bir hikâyeyle anlattım. Bu sazla hükümeti devirmeye teşebbüsten, devleti tahkirden, Amerikan üslerine kadar, anlamadığım birçok kelimede vardı. Feyzullah’a ‘Biz neymişiz diye güldüm’ dedim.

Hayatta insanın başına çok şey geliyor. Hep haksıza haksız dedim. Namussuza namussuz dedim. Sazımla türkümle öyleyim. Hiçbir şey beni değiştiremez. Bir ozan sözünü söylemekten korkuyorsa o halkın ozanı değildir. Halkın ozanı ezilmişin yanında, ezene karşı ezilenden, zalime karşı mazlumdan yana kişilerdir. Dünyanın neresinde olursa olsun halk ozanı kim haksızlığa uğruyorsa dili, dini, ırkı ne olursa olsun biz onun yanında yer alırız. Zaten sanatçılar için ırkçılık kötü bir şeydir. Bir sanatçı kendi benliğini satamaz.

Şimdiye kadar kaç beste yaptın?

300 yakın şiirim var. Bu şiirlerin bir kısmı bestelendi ve birçok sanatçıda söylüyor. Sözünü yazdığım ve bestelediğim eser sayısı 300’ün üzerinde oldu.

Şiirle ne zamandan beri uğraşıyorsunuz?

1979’dan sonra yazmaya başladım. Hala da yazmaya devam ediyorum. Şiirlerimi bastırmadım ama şiir antolojilerinde yer verdiler.

Bu kadar yoğunluğunuz içerisinde biz zaman ayırdığınız için teşekkür eder, sazınızı sözünüzün devamını dileriz.

Bende size teşekkür ederim. Her daim türküyle kalın.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Özel Haber-röportaj Haberleri