Yine Dersim’deyim. Yağmurlu bir gündü. Bir önceki ağustos ayında muhteşem terasını keşfettiğim Taht’ta, giderek sertleşen rüzgarı, şiddetini artıran yağmuru umursamadan önümde kıvrılıp giden Munzur vadisini tepeden izliyorum. Vadi, iki yandan yükselen dağlar, dik yamaçlar boyunca yayılıp giden meşe ormanları, sırtlardaki yol vermez kayalıklarda boy vermiş tek tük kadim ardıçlar, yağmur yüklü bulutların durmadan yön değiştirmesiyle bir görünüyor, bir kayboluyordu. Daha o sabah, kendimce ki daha önce Pülümür vadisinde de gördüğümden, her baktığımda aklımı başımdan alan, Munzur’un beyazına banmış gibi duran gök mavisine bittiğim, kiminin “mavi yıldız”, kiminin “mavi lale” dediği, benim ise “adar mavisi” dediğim, ömrüm boyunca seveceğim yüzü yere dönük ağlayan güzelim mavi çiçeğin, çiçeklerin bulunduğu yekpare kayalık yerin az ilerisinde düşürdüğüm telefonumun beni dağ, taş peşinde sürükleyen rüzgara, yağmura, fırtınaya meydan okuyan sesi ile kendime geliyorum, az ötemde, tam önümde, onu görüyorum, durmadan çalıyor…
*
Evet, daha önce de bir köşemde yazdığım gibi, bana can, bana sırdaş olmuş yağmura, rüzgara, hatta sığındığım, güneşine bıraktığım sonbaharıma sırt bellediğim dağa, dağlara var gücüyle sökün etmiş, vakitsiz kopmuş fırtınaya deli dolu tutulmuşken, kendi numarama, “Taht’tan bakarken…” demem gerekirken, “Siliç’ten bakarken Halbori’ye, sana/kar, tipi ne ki/duyar gibi oldum sesini/az ötemde, tam önümde durdu/uzansam dokunacağım sanki/Munzur’umu ağlatan gülcemaline/bir de Dersim’e çıra olmuş hak aşkına…” diye dizelerini not düşüyorum, her geçen gün Dersim’i bana daha çok sevdiren, belki de yüreğimi Dersim’e emanet bırakan şiirimin. Durmuyorum, vadinin tabanında, öfke ile özgürlüğüne akmaya devam eden önümdeki Munzur’un suyuna dalıp gidiyorum, “bilge baba/sen ki ateşe çoban/toprağa/suya/ve rüzgara yol erkansın/ocağına sığınmış bu çocuk kalbime cansın…” dizeleri ardı sıra takip ediyor. Varlığı, yokluğu hiçkimsenin, illa ki onun umurunda olmayan Xidê Memkê’ye, güneşine bıraktığım ateşin çobanı Demenanlı kahramanımın saf yüreğine olan ihaneti gördüm, en kötüsü ise Milis Mehmet’in rüzgarına kapılan her dize, duyduğum her söz yeniden, yeniden arayışında olduğum hakikati öldürüyordu, utandım…
*
Utandım, çünkü ruhu tutsak itaatkar bir köleden, ya da gönül kapısında nefsini öldürmüş bir köpekten, belki de şeyhine sadık bir müritten çok bilge bir pezevenke ulaşma, kendini bulma arayışı, bildiğim, bilmediğim her mahalleden kovulmuş baş belası firari şiirin kayıp dizesindeki gizem, kurgusu sahte bir Tanrı’nın elinden çıktığı belli bir hayata adanmış kayıp kahraman, inadına Pilveng’in yüz karası düşkün Milis Mehmet’i yaşıyordu. Yüreğimi vakitsiz kopan fırtınalarına emanet bıraktığım Taht’ı, her dem yalnız, her dem kendi yoluna gitmiş bilge Ana Fatma’yı, her dokunuşumda bana can olmuş Munzur’u, ardı sıra kapılıp gittiğim rüzgarı, kilidi kayıp dağlarına hasret yağmuru, “hakikat kapısındaki sır olmuş piri” hiç umursamadan, kendi aklınca, istediği gibi, ne kötü…