Bir zamanlar bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz sahneler, bugün gündelik hayatımızın arka planında sessizce çalışıyor. Uyanır uyanmaz telefonumuzun yüzümüzü tanıması, sosyal medyada ilgi alanımıza göre içeriklerin belirlenmesi, arabaların trafikte kendi kendine fren yapması… Bunların her biri, yapay zekânın görünmez elinin bize dokunduğu anlar.
Aslında fark etmeden bir devrimin ortasındayız. Bu devrim sanayi makinelerinin değil, verinin, algoritmaların ve hesap gücünün devrimi. Tıpkı 19. yüzyılda buhar gücü neyse, 21. yüzyılda da yapay zekâ o. Ancak fark şu: Buhar gücü kas gücünü değiştiriyordu, yapay zekâ ise insan zihninin sınırlarını zorluyor.
Bilim insanları, yapay zekâyı artık yalnızca “akıllı” değil, “öğrenebilen” bir sistem olarak tanımlıyor. Bu öğrenme yeteneği, onu insan davranışlarını tahmin edebilen, duygularımızı analiz edebilen, hatta sanatsal üretim yapabilen bir seviyeye taşıdı. Artık makineler sadece emir almıyor, öneri sunuyor.
Ama bu noktada asıl soru şu: Biz, kendi yarattığımız zekânın yöneticisi miyiz, yoksa öğrencisi mi olacağız?
Geleceğin bilim ve teknoloji dünyasında bu çizgi giderek bulanıklaşıyor. Üniversiteler “etik algoritmalar” üzerine dersler koyarken, şirketler “yapay zekâ sorumluluğu” başlıklı pozisyonlar açıyor. Çünkü güç büyüdükçe, sorumluluk da artıyor. Ve yapay zekâ, insanlık tarihinin belki de en güçlü icadı.
Bilim bize her zaman iki şey sunar: imkân ve soru.
Yapay zekâ da aynı şekilde. O, hastalıkları tedavi edebilecek, uzay keşiflerini hızlandırabilecek, hayatı kolaylaştırabilecek. Ama aynı zamanda, insan emeği, mahremiyet ve özgürlük kavramlarını yeniden tanımlayacak.
Belki de artık asıl mesele, makinelerin ne kadar zeki olduğu değil; biz insanların, bu zekâ karşısında ne kadar bilinçli olabileceği.