Güneşin mabedi Andok’a gece yolculuğu…

Zülküf Kışanak

Dolunay, Andok’un sırtlarında yüzünü bize gösterir göstermez yola koyuluyoruz Pîrêj köyünden, yol bilen iki sıkı mihmandarın öncülüğünde memleketin ne kadar dağı, ne kadar taşı varsa hepsini gezmeye, görmeye yeminli bir grup kelli felli adamla. Yol arkadaşlığı pek keyifli Nizamettin’le arka arkaya yürüyoruz. Her birimiz sırtımızdaki çantada iki litre su, yetecek kadar yiyecek, bir iki yedek giysi, mont ile gece karanlığında tırmanıyoruz belli belirsiz patikada. Yılda bir, belki de iki defa insanların geçtiği patika yol ara ara çalı çırpının arasında kaybolsa da öncülerimiz istikameti hiç şaşırmadan emin adımlarla yollarına devam ediyorlar, biz de arkalarında. Sıra dağların arasında up uzun bir çukur gibi duran Kulp vadisinden, belki de arkamıza aldığımız Şenyaylası’ndan bize doğru esen sert rüzgara, keskin soğuğa rağmen kan ter içindeyiz, yorgun düşüyoruz, hatta nefes alıp vermekte zorlanıyoruz. Nihayet bir yerde mola veriyor mihmandarlarımız, biraz durup dinlenelim, kendimize gelelim, dahası giderek dikleşen dağın yamacını döne dolana uzayıp giden yolumuza sorunsuz devam edebilelim diye. Kayalık bir yerde yakılan devedikeni ateşinin etrafında durup dinlenirken, sağımıza düşen Kulp’un başka bir köyünden tırmanışa geçen grubun karanlığı dele dele ta bize kadar gelen fener ışıklarına karşılık veriyoruz. Çok geçmeden bu defa solumuzdaki grupla, Muş tarafından, Şenyayla üzerinden Andok’a doğru yol alanlarla selamlaşıyoruz, zirvede buluşmak, güneşin altında bir olmak üzere. Yola çıktığımız Pîrêj köyünün karşısına düşen bir kalekolun etrafında henüz ateşe verilmiş meşe ağaçlarının verdiği acıyı iliklerimize kadar hissediyoruz, Kulp vadisine doğru hızla ilerleyen duman keyfimizi kaçırıyor. Yangının verdiği acı ve çaresizlik içinde zirveye doğru yol alıyoruz…

*

Muş’a, ta Serhat taraflarına giderken durup dinlendiğim Şenyayla’dan defalarca izledim Andok’u, hayranı olduğum dağı. Daha bir yıl önce Şenyayla’da Andok üzerine sohbet ettiğim bilge bir çobanın dokunacakmış gibi incecik sopasını Andok’un zirvesine doğru uzatarak, “Gözünde büyütme, heves ediyorsan çıkabilirsin, kör topal olsan bile. Ne kadar dik olursa olsun, ne kadar zor olursa olsun, yeter ki sen niyet et, gerisi kolay, gerisini Andok’a bırakacaksın. Andok kimseyi zorda bırakmaz, ellerinden tutar… ” demişti. Ne iyi demiş çoban, ne güzel anlatmış bu geceyi bana, düşünüp durdum tırmanış boyunca o içten, o doğal sohbetini belki de bir daha hiç karşılaşmayacağım, görmeyeceğim gencecik bilge adamı. Zorlandıkça çobanın söylediklerini, nasihatlarını düşündüm, düşündükçe güç takat oldu bana Andok, el verdi bana Andok, güneş ülkesinin eşsiz güzeli. Öyle dik, öyle asi, öyle boylu poslu ki yıldızlara yoldaş etti beni, yere göğe can veren Andok. Bir an Zerdeşti bir mabeti tırmanıyorum gibi geldi bana. Ne alakaysa birden Düzgün Baba, Kafur Dede, Sultan Sahak, Pir Hesin’i anımsadım, ışık ülkesinin her bir yanında sır olmuş evliyaların düş alemine kaptırdım kendimi. Bir de usta romancı *Yaşar Kemal’i, “Bu Diyar Baştan Başa” diye diye memleketi adım adıma dolaşmış, yazmış, Andok’un güneşinde kutsanmış büyük ermişi, bilge adamı hatırladım. Dahası memleketimin ne kadar ermişi, evliyası varsa her birini ayrı ayrı ziyaret ediyor, her biriyle ayrı ayrı selamlaşıyor gibi oldum. Şeyhlerin, pirlerin sır olduğu muhteşem tapınağa doğru yol alırken güneşi bir başka karşılıyor, kucaklıyor gibi oldum, dahası darda zorda olanın, çiçeğin böceğin, kurdun kuşun yuvasına, ta yüreğimin en derin köşesine aydınlık veren alem-i aşkın mabetine giriyor gibi oldum…

*

Tam zamanında, 15 Temmuz’un şafak vaktinde varıyoruz zirveye, güneş doğdu doğacak, yeryüzüne hayat veren yüzünü gösterdi gösterecek, kan ter içindeyiz. Köylü mihmandarlarımızın zamanlaması muhteşem. Şeyh Muhammedê Andok’inin sır olduğu söylenen mekanın etrafındaki küçücük, daracık, yamuk yumuk taş yapıların içinde, renk renk kayaların arasında kalın battaniyelere, hatta yün yorganlara sarılmış insanlarla karşılaşıyoruz. Güzelim Andok’a dört bir taraftan çıkan ayrı ayrı yollardan gruplar halinde çıkıp gelmişler, kendi yerine yerleşmiş, güneşin doğuşunu bekliyorlar. Kimi bizim gibi yürüyerek kimi ise yatak yorgan at, katır sırtında gelmiş ta Muş’tan, Sason’dan, Kulp’tan yüzlerce kadın, çocuk, genç, yaşlı olarak. Rüzgar keskin, rüzgar soğuk, rüzgar dayanılacak gibi değil, alel acele sırt çantalarımızdan çıkartıp giydiğimiz kışlık montlar pek de işe yaramıyor, sığınacak bir yer bulabilmek için dolanıp duruyoruz taş yapıların arasında, güneşi beklerken. Çaresizce dibine çömeldiğim kayanın kovuğuna sığınmış adamın ikram ettiği sıcacık çay imdadıma yetişiyor, bir nebze de olsa bana rahatlık veriyor. İki avucumun arasına aldığım yavaş yavaş soğumaya başlayan bardaktaki çayı yudumlarken, “Güneş doğuyor” çığlığıyla sarsılıyorum. Oradaki herkes, sığındığımız yerlerden çıkıyoruz bir bir, Muş-Batman sınırını oluşturan sıra dağların ardından dört gözle doğuşunu beklediğimiz güneşe veriyoruz yüzümüzü, zirvenin doğu yamacına dizilerek. Kimi dua ediyor, kimi selam veriyor hızla yükselen güneşe, kimi ise benim gibi fotoğraf çekmeye başlıyor, beklediğimiz güneş bir adam, belki de iki adam boyu yükselene kadar…

*

Dualarla karşılanan güneşin doğuşundan sonra elimde fotoğraf makinası hazır kıta kültürel bir etkinlik, bir ritüel beklemeye başlıyorum büyük bir merakla. Çok geçmeden güneşi dualarla karşılamanın, ona saygımızı sunmanın dışında herhangi bir etkinliğin, bir seremoninin olmadığını anlıyorum. İnsanların aceleleri varmış gibi hızla zirveyi terk etmeye başlaması beni hayrete düşürüyor, şaşkınlığımı gizleyemiyorum, arkalarından fotoğraf çekmekle yetiniyorum. Bizi sağ salim zirveye çıkaran mihmandarlarımız da bir şey demiyor, öyle uzaktan “İşiniz bittiyse dönelim” der gibi bakıyorlar. Daha doğrusu bir araya toplanmamızı bekliyorlar. Herkesin terk ettiği zirvede bir başımıza kalınca inişe geçmek üzere toplanıyoruz, kendimize yeni bir rota belirleyip dönüşe başlıyoruz, bizi kutsayan güneşiyle baş başa bırakarak güzelim Andok’u, dağların eşsiz mabetini…

-------

*Memleketi baştan başa dolaşan efsanelerin miri, hikayelerin piri usta romancı Yaşar Kemal’in yolu, Kulp’un Dudêr köyüne, eski Kulp Müftüsü Şeyh Muhammedê Dudêri’nin 1937 yılında ülkenin öbür ucuna, ta Aydın’a sürgün edilmesine neden olan Kürtçe eğitimin verildiği medreseye, oradan da güzelim Andok’a düşüyor. Diyarbakır’da tanıştığı Şeyh Muhammed Duderi’nin oğlu Şeyh Celaleddin’le birlikte 1952 yılının 15 Temmuz etkinliğine katılıyor. Cumhuriyet gazetesinde yer alan dizisindeki izlenimlerini, röportajlarını daha sonra toplu olarak yayımladığı “Bu Diyar Baştan Başa” adlı eserinde Andok’a geniş yer veriyor.

Andok'ta güneş doğuyor.

Andok'a yürüyüş molası.

Andok'ta toparlanma vakti.

Andok'tan dönme vakti.

Andok'un zirvesinde bir kayanın yüzü.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.