Toplumsal hayat, çoğu zaman sessizlik üzerine kurulur. Bu sessizlik, her zaman huzurun değil, çoğunlukla bastırılmışlığın, korkunun ve uyum zorunluluğunun ürünüdür. Bir toplulukta, biri çıkıp da yüksek sesle haksızlığa uğrayanlar adına konuştuğunda bu sessizlik ansızın dağılır. O ana kadar susan kalabalık, birden canlanır. Kimi başını sallar, kimi bakışlarıyla onay verir, kimisi ise alkışlamaktan kendini alıkoyamaz.
Bu ani tepki sadece bir destek belirtisi değildir; bu, bastırılmış bir vicdanın kolektif olarak dile gelmesidir. Politik anlamda bu, görünmez bir hizalanmadır. Güçlü olanın karşısında değil, haksızlığa uğrayanın yanında saf tutmaktır. Ama bunu herkes dile getiremez. Çünkü her hakikatin bir bedeli vardır.
Böylesi çıkışların taşıdığı anlamı yalnızca ahlaki ya da insani kategorilere sıkıştırmak eksik olur. Bu olaylar aynı zamanda politik bir eylemdir. Çünkü haksızlık, bireysel olduğu kadar yapısaldır da. Bu yapısallık, sessizlikle beslenir. Biri bu sessizliği bozduğunda, aslında sadece adaletsizliği dillendirmez; düzenin kırılgan noktasına dokunur.
Axel Honneth’in tanınma kuramı burada güçlü bir çerçeve sunar. Honneth’e göre birey, ancak tanındığında toplumsal olarak varlık kazanır. Mazlumlar, haksızlığa uğrayanlar, çoğu zaman tanınmazlar; ya yok sayılırlar ya da marjinalleştirilirler. Birinin çıkıp “bu doğru değil” demesi, o insanların varlığını teyit eder. İşte bu nedenle, alkış yalnızca bir beğeni ifadesi değil, tanınma arzusunun dışavurumudur.
Ancak bu tür çıkışlar her zaman risklidir. Michel Foucault’nun parrhesia (doğruyu söyleme cesareti) kavramı, bu noktada devreye girer. Parrhesia, hakikati söylemenin tehlikeli olduğu ortamlarda, kişisel risk alarak konuşmaktır. Bu, sadece cesur bir davranış değil; aynı zamanda güç ilişkilerine doğrudan bir müdahaledir. Bir kurumda biri konuştuğunda, sadece söz değil, güç dengesi de yerinden oynar. Alkış da bu cesaretin ve dönüşümün tanığı olur.
John Rawls’un adalet teorisi, adaletin herkesin paylaştığı ortak bir duygu olduğunu savunur. Ancak bu duygu, toplumsal baskı ve korku altında bastırılır. Biri bu baskıya karşı durduğunda, bastırılan adalet duygusu yeniden görünür hale gelir. İnsanlar o an, yalnızca konuşanı değil; içlerinde susturulmuş sesi alkışlar.
Fransız sosyolog Pierre Bourdieu ise sistemin sürekliliğini sağlayan simgesel şiddete işaret eder. Bu, açık baskıdan farklı olarak bireylerin kendilerini değersiz ya da yetersiz hissetmelerine neden olan yapısal bir şiddettir. Bu şiddet, bireyleri sessizliğe iter. Bu yüzden, hakikati dillendiren biri bu simgesel şiddeti deşifre eder, onu görünür kılar. Ve o an, yalnızca bir haksızlığın ifşası değil; toplumun büyüsünün bozulduğu andır.
Bu tür cesaret anları, siyaseten de önemlidir. Çünkü güç ilişkilerinin sürdüğü her yapıda, gerçek değişim küçük hakikat anlarıyla başlar. Biri konuşur, başkaları alkışlar, bazıları düşünmeye başlar. Bu zincirleme etki, çoğu zaman uzun yıllar süren yapısal dönüşümlerin ilk kıvılcımıdır.
Alkış, her zaman gürültülü bir destek olmak zorunda değildir. Sessiz bir bakış, onaylayan bir duruş da bu zincirin parçasıdır. Bu tepkiler, politik anlamda bir hizalanmadır: Ya statükonun koruyucusu olursunuz ya da adaletin safında yer alırsınız.
O yüzden bir toplulukta biri haksızlığa karşı konuştuğunda ve ardından alkışlar yükseldiğinde bilin ki orada sadece bir söz yankılanmamıştır; bir güç ilişkisi sarsılmış, bir sessizlik kırılmış ve küçük bir siyasal alan açılmıştır.
Ve kimi zaman, bütün dönüşümler tam da bu çatlağın içinden doğar.