HERKESİN BİR DİYARBAKIR’I VAR

Yazar Tarık Tufanla Yayın Ağacında yazar-okur buluşmasında ilginizi çekecek olan dolu dolu bir söyleşi gerçekleştirdik.

Mümin AĞCAKAYA/Özel

Tigris Haber - İnsanın hayatındaki bütün umutsuzlukların, bütün mutsuzlukların üzerine çıkıp hayal etme imkânı veren, bütün umutsuzlukları üzerine çıkıp yeni bir şey hayal etme fırsatını veren şey sanat ve edebiyattır. İfadelerine yer veren Tarık Tufan, “Muhtemelen dünya üzerinde hikâyesi farklı dillerde farklı ağızlarda bu kadar farklılaşan az şehir vardır. Herkesin bir Diyarbakır’ı var. Çünkü bu şehir herkese bir kelime bırakacak kadar büyük hikâyeye sahiptir. Bunun yanı sıra Büyük felsefe tarihinin en ağır ve derin cümlelerinden bir tanesi ‘Kendini Bil’ cümlesidir. Büyük filozoflar da dâhil, hatta ilk Sokrates ve Platon’dan başlamak üzere; bütün büyük düşünürlerin hayatın içine bıraktıkları en ağır cümlelerden bir tanesidir.”

Sizi birçok alanda görüyoruz. Yazar, senarist, radyocu, sunucu. Bu kadar işi birden yürütüyorsunuz. Hangisine daha çok yakınsınız?

  Farklı işler, farklı meslekler yaptım. Yazmaya devam ediyorum, senaryolar yazıyorum.  Aslında anlatmak benim işim, bütün yaptığım işlerin ortak noktası bu. Anlatmayı seviyorum. Anlatmaktan hayata dair kendimce anlamlar çıkarıyorum. Sadece başka insanlara bir şeyler aktarmak değil; bu kendime de bir anlam devşirmek diyebilirim. Anlatan adamım. İlla da birini seçmek gerekiyorsa yazmaktır. Tabii ki yazmak; benim uğraşılarım arasında, beni en çok mutlu eden, üzerine en çok kafa yorduğum meseledir. Romanlar üzerine düşünmek, karakteri üzerine düşünmek, olay olgular üzerine düşünmek; benim hayatımın önemli anları içinde yer alıyor.

‘İNSANIN EN ÖLÜMCÜL YARASI AN BE AN İÇİNDE BÜYÜYEN GİTME HEVESİDİR’

Özellikle insanların hayatında bazen böyle ansızın gelen duygular vardır. Kendisinin bilmediği, kendisinin de bulmakta güçlük çektiği bazen de üzerini örttüğü duygular. Hiç kuşkusuz bir yaradan, bir dertten kaynaklanan duygular bunlar. Fakat bunun üzerini örttüğümüz için, bunun kaynağını örttüğümüz için bununla baş etmek de aynı ölçüde zorlaşıyor. Gitmek duygusu bunlar içinde en güçlü olanlardan bir tanesi. Gitmek bir kez insanın içine yerleştiğinde; bir daha içinden çıkması, bir daha ondan kurtulması güç duygulardan bir tanesidir.  Tuhaf bir tarafı da; içinize bir kez gitme duygusu yerleştiğinde, kalmayı tercih ettiğinizde bile kalmış sayılmazsınız. Bu tuhaf bir duygudur. Dolayısıyla o duygu içinize düştüğü andan itibaren gitmeye başlamışsınız demektir. Fakat bu yolculuk belirsiz bir yolculuktur. Bu gitmek duygusu tanımsız, nerden başladığı ve nereye gideceği belli olmayan bir duygu, menzili belli olmayan bir duygudur. Fakat insanın içinde bir kez yanmış ve bir daha sönmeyen ateş gibidir.  O yüzden gitmek duysunun acısı, sızısı, insanda bıraktığı yara güçlüdür. Tabii ki benim de içime düşen bir duygu.  Çünkü insanın dünya ile kurduğu ilişki ile alakalı belki de. Bunun içinde günlük hayatınızda yaşadığınız bir takım olaylar da, gitme arzusu yaşamanız, gitmek hissine düşmeniz gerekmez. Bu daha var varoluşsal bir duygu. Hayatla koyduğunuz ilişki, dünya ile kurduğunuz ilişkide de; birden o bağların koptuğunu hissedebilirsiniz. Dünyada yersiz, yurtsuz kaldığınızı hissedebilirsiniz. Gitmek gerektiği tam da bu anlarda ortaya çıkan bir duygudur. Dolayısıyla insan için daha derin bir yaraya karşılık geliyor bu; yersiz, yurtsuzluk. Nereye gidersiniz? Sorusunun sormak bence gerekli bir soru değil. Bu duygu içinize yerleştiği andan itibaren gideceğiniz bir yerde yok. Nereye gittiğinizi anlamı da yok. Çünkü gittiğiniz her yere kendinizi de götüreceksiniz. Yani o bir fasit bir dairenin içinde kalmış gibi düşünebiliriz insanı.

 

Son romanınız ‘Düşerken’de İshak ve Julide karakteri üzerine ne söylemek istersiniz.  Hangi karakteri kendinize daha yakın buluyorsunuz?

 Romanlara baktığımızda o romanların karakterleriyle özdeşim kurma biçimleri kişiye göre değişen duygular. Dolayısıyla bir erkek okuduğunda o romandaki erkekle özdeşim kurması beklenirken ya da bir kadın okuduğunda romanın kadın karakteri ile özdeşim kurması beklenirken bazen özdeşim kurmanıza sebep olan duygu değişiyor. Cinsiyet benzerliği ya da kişisel benzerliklerden ziyade daha derindeki duyguların benzerliği öne çıkmaya başlıyor. Dolayısıyla biz bir romana baktığımızda onun bizimle aynı sosyal statüye, aynı cinsiyete, aynı meslek, ekonomik, sosyal gruba ait olmasından ziyade; o içimizde saklı tuttuğumuz derinde duran duyguya ne kadar yakınlaştığı ile ilgili bir şeydir. O andan itibaren bütün özellikler ortadan kalkar. Cinsiyet ortadan kalkar. Sosyal özellikler, ekonomik özellikler ortadan kalkar. Sizi o karaktere yaklaştıran tek şey; örneğin bir olay karşısında gösterdiği küçük bir tepkidir. Hiç beklenmedik bir anda kurduğu bir cümledir. Hiç beklenmedik bir anda gerçekleştirdiği küçük bir eylem sizi birden o karakterle özdeşim kurmanıza sebep olabilir. Dolayısıyla bir romanı okurken, biz aslında görünür olandan ziyade, saklı duranlarla o romana bakıyoruz. Kendi içimizde saklı tuttuğumuz şey; bazen roman karakterinin içinde saklı duran şeyle yakınlaşabiliyor ve birden onunla özdeşim kuruyoruz. Okurun, romanla, roman karakteriyle kurduğu ilişki tek ve biriciktir. Yenilenemez, bu tekrarlanabilir bir deneyimde olmaz. Dolayısıyla biz hayatımızın bir bölümünde, bir romanı okurken, o romanın içerisindeki bir karakterle kurduğumuz yakınlığı; 5 yıl sonra 10 yıl sonra aynı romanı okuduğumuzda bir başka karakterle özdeşim kurduğumuzun farkına varabiliriz.  Çünkü insan anbean duyguları değişen dönüşen bir varlıktır. Hayatla kurduğu ilişkiler, anbean yenilenen, kendi iç hali, iç çatışmaları, dışarıdaki dünya ile kurduğu ilişkiler de bütün bunlar değişiyor. Dolayısıyla bizim bir edebiyat metninde, bir roman karakteri de, sinema filminde kurduğumuz, bir sanat eseri ile kurduğumuz ilişkiler de; herhangi bir duygu ile bir görüntü ile bir melodi ile bir karakter ile kurduğumuz ilişkilerde; hayatımızın değişik anlarında değişebiliyor.  O yüzden hayatımızın farklı dönemlerinde, yeniden okuyarak ilişki kurmamız doğru olacaktır diye düşünüyorum.  En azından benim kendi deneyimde böyle oluyor. Zamanını aşan romanlar bize; her dönem her yaş duygu durumumuzda, hayatımızın farklı safhalarında bize yeni şeyler söylüyorlar. Karakterler değişiyor, duygu değişiyor, insan değişiyor ve bizim orada doğal olarak özdeşim kurduğumuz karakterler de buna bağlı olarak değişiyor. Dolayısıyla düşerken, yazarken; ben de kişisel olarak İshak’tan daha çok Jülide ile yakınlaştığım zamanlar oldu.  Bir kadın karakter olması erkek yazarıyla da, erkek okuruyla da özdeşim kurulamaması anlamına gelmiyor. Onun ruh hali, hayatla ilişkisi, kendisini ifade etme biçimi; yararlarını, acılarını, derdini yaşama biçimi; geçmişle hesaplaşma biçimi, doğal olarak bizi kendisine yakınlaştıracak bir sebep olabilir.

 

Düşerken’i nasıl bir kurguyla yazdınız?

Doğrusunu söylemek gerekirse kitaba başlarken önce İshak vardı. İshak’ın dilinden yazmaya başladım. Fakat bir süre sonra İshak’ın anlattığı meseleler gelişmeye, olaylar çetrefilli hale dönüşmeye başlayınca; sadece İshak’ın anlatmasının yetmeyeceği gibi bir duygu gelişti bende. Sonra Julide’yi kattım işin içine. Fakat iki anlatıcınında yetmediği bir an geldi. İkisinin dışına çıkıp bambaşka bir gözle bakmak gibi bir ihtiyaç doğdu. Çünkü romanı yazarken planladığınız şeyler vardır. Fakat romanı benim için de çekici kılan, cazip kılan bazı şeylere açık olmasıdır. Roman denilen şey uzun bir yolculuktur.  İnsan için en kışkırtıcı olan şey karakterlerin de değişmeye açık olması, anlatıcının değişime açık olması, olay örgüsünün değişmeye açık olmasıdır. Romana hiç kuşkusuz başlamadan önce zihninizde bununla ilgili bir plan var. Çünkü bu uzun bir yolculuğa bir planla çıkmak durumundasınız. Hazırlıksız çıkamazsınız. Fakat aynı zamanda yolculuğun ilhamlarına açık olan da bir durumdur. Yolculuğa çıktıktan sonra bir anda bütün planlarınızın boşa gittiğini de görebilirsiniz. Böyle deneyimlerim de oldu. Fakat kafamda bambaşka bir şey planladım. Sonra baktım ki başka bir şey açıldı önümde. Her şeyi geride bırakmak zorunda kaldım. İnsan bir umutsuzluğa da düşüyor. Çünkü her şeyi yolda değişti. Geri dönmek gerekir diye düşünüyorsun, geri dönüyorsun. Fakat bu sefer de şöyle bir kuşku içerisine düşüyorsun; peki geri döndüğümde yeniden yola çıkabilecek miyim? Bu kuşku seni içten içe kemirmeye başlıyor. Bütün bunlar hepsi bu kadar heyecan verici o kadar kışkırtıcı o kadar ilham verici bir şey ki bundan kendinize alamıyorsunuz.  Bir süre sonra siz de bir cazibeye yol açıyor. S-Sizi dönüştürmeye başlıyor, sizde romanla birlikte dönüşmeye başlıyorsunuz. Duygunuz dönüşmeye başlıyor. Dolayısıyla ben başlangıçta bu tür bir anlatım, bu tür bir üçlü anlatıcı hesaplamamıştım. Galiba romanda beni çeken şey de bu. Her şeye açık olma hali, bunu seviyorum. Bunu kendim için de ilham verici olarak buluyorum.

Yayın Ağacı Kitapevinin, okur-yazar buluşmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 Diyarbakır gibi kadim bir şehirde hiç kuşkusuz kültür-sanatın kesintisiz bir biçimde devam etmesi gerekiyor. Çünkü bu şehrin ruhu, bu şehirde yaşayan ve bu şehri seven herkese bir sorumluluk yüklüyor. Dolayısıyla Diyarbakır da yaşamak Diyarbakır'ı sevmek, Diyarbakır’ı önemsemek bize, hepimize böylesi bir sorumluluk yüklüyor. Biz bu şehrin ruhuna nüfuz edeceksek, biz bu şehrin ruhuna dokunacaksak; gerçekten bu şehri seveceksek sürekli aklımızda tutmamız gerekiyor Yayın Ağacı bu şehri sevmemizin sorumluluğunu üzerine alanlardan biri, bu şehri sevme biçimlerinden bir tanesi Dolayısıyla yaptıkları şey bu anlamıyla çok kıymetli. Türkiye'nin her yerinden yazarları Diyarbakır'da okurla buluşturmak bu şehrin o kadim ruhuna bir biçimde dokunmak anlamına geliyor. Çünkü burada her daim iyi okuyucuyla buluşuyoruz. Dolayısıyla yazarla okuru bu şehirde yan yana getirmek bence çok kıymetli. Ben ikinci kez katılıyorum, çok büyük bir heyecan ve mutluluk duyuyorum. Geleceğe dair daha büyük şeylerin hayal edilmesine imkân veriyor.

Bir değerlendirmenizde edebiyatın iyileştiriciliğinden, yaraları iyileştirmesinden bahsediyorsunuz.  Edebiyat ve sanat olmasaydı hayat nasıl olurdu? Bu yaralar nasıl iyileşirdi?

Aslında edebiyat ve sanatın iyileştirici etkisi biraz kendi içinde, bir türkünün dizesi ile cevap vermek istiyorum: ‘Bir Derdim Var Bin Dermana Değişmem’ diyor türkü. Edebiyatın bizdeki etkisi böyle bir şeydir. Edebiyat aslında hem yara, hem merhem aslında. Dolayısıyla bizi bir taraftan iyileştirirken bir taraftan da; hayatla ilişkimizde yeni anlamlar katacak yaralarda açıyor. Bu ikisi aynı anda edebiyatın gücüdür. Dolayısıyla olmaması gibi bir durum hayal edemiyorum. Kültür sanatın herhangi bir alanında ifade biçimleri, insanın var oluşuna en derinden dokunan ifade biçimleridir.  Yani insan bir anlatımın içinde doğdu, hayatı bir anlatın içinde devam ediyor ve bir anlatımın sonucunda hayata veda ediyor.  Dolayısıyla bunu anlatabilmek, bu büyük anlatıyı kurabilmenin tek yolu sanat ve edebiyattır.  Biz bunu bilimle, başka türlü söylemlerle kuramayız. Bunun için yapabileceğimiz tek şey; bunu bir sanat alanının diliyle ifade edebilmek. Kültür ve sanatın olmadığı bir dünya insanın mutlak çaresizliği anlamına geliyor. Çünkü anlamını kaybetmesi, hakikatini yitirmesi anlamına geliyor. Anlam, hakikat bunlarla yaşanan ve ifade edilebilen alanlar. Başka yolunu bilmiyorum.

Edebiyat ve sanat olmasaydı; zalimler dünyasında, yoksulların, ezilenlerin ve ötekileştirilenlerin durumu nasıl olurdu?

 İnsanın hayatındaki bütün umutsuzlukların, bütün mutsuzlukların üzerine çıkıp hayal etme imkânı veren, bütün umutsuzlukları üzerine çıkıp yeni bir şey hayal etme fırsatını veren şey sanat ve edebiyattır. İçinde bulunduğumuz durum ne olursa olsun umut etmenin imkânlarıdır, yoludur. Bize bu anlamıyla bir çaredir.

KENDİNİ BİLMEK

Kendini kaybetmek ve kendini aramak üzerine bir vurgu yapıyorsunuz. İnsan önce neyi, nasıl kaybettiğini bilmesi, anlaması gerekmiyor mu?

 Büyük felsefe tarihinin en ağır ve derin cümlelerinden bir tanesi ‘Kendini Bil’ cümlesidir. Büyük filozoflar da dâhil, hatta ilk Sokrates ve Platon’dan başlamak üzere; bütün büyük düşünürlerin hayatın içine bıraktıkları en ağır cümlelerden bir tanesidir. Kendini bil sadece büyük düşünürler değil, hayata anlam katmak çabası içerisinde olan sanatçılar, şairler mutasavvıflar bunun peşinde idiler. Dolayısıyla neyi kaybettiğini bulabilmek için önce kendini bilmek gerekiyor. Ama dünyanın en karmaşık sorusu da insandır. Dolayısıyla kendini bilmek hiç kuşkusuz, insanın en karmaşık labirentin içerisinde yolunu arama çabasıdır.

 AŞKI TAŞIYACAK BİR KALP NASIL OLMALI

Aşk üzerine, tutsaklık, kaçış, birleşme ya da bir yakalama biçimi olarak söylüyorsunuz. Buna evet de denilebilir, hayır da denilebilir diyorsunuz. Ama bunun için buna yetecek bir kalbimizin olması gerekir diyorsunuz? Bu nasıl bir kalp olmalı?

Biz buna aşkı taşıyacak bir kalp diyoruz. Aşkı taşıyacak kalbin, hiç kuşkusuz bu kadar büyük, bu kadar ağır bir duygunun altına girebilecek kadar güçlü olması gerekiyor. Bir kalbi güçlendiren şey nedir? Bir kalbi güçlendiren şey hiç kuşkusuz; hayatın derin kavramlarıyla bir biçimde karşılaşmış, onun karşısında bir duygu geliştirebilmiş olması ile ilgili bir şeydir. Yani bizim hayat deneyimlerimiz, kalbimizi geliştiren şeyler, kalbimizi güçlendiren şeylerdir. İyi ya da kötü, acı ya da sevinçli üzülme ya da mutluluk verici bütün duyguların derinliğine yaşama cesareti, bütün duyguları derinliğine ve ağırlığı ile yaşama cesareti hayatla yüzleşme cesareti, kendimizle yüzleşme cesareti ve kalbimizi de güçlendiren şeydir. Dolayısıyla kendisi ile hayatla bütün çıplaklığıyla yüzleşme cesaretini gösterenlerin kalbi daha ağır yükleri kaldıracak kadar güçlüdür. Buna aşk da dâhildir.

HİKAYELERİN KENTİ DİYARBAKIR

Diyarbakır denilince Sizde nasıl bir çağrışım yapıyor? Diyarbakır ilgili nasıl bir mesaj vermek istersiniz?

Diyarbakır dünya üzerinde muhtemelen, en büyük ve derin hikâyeleri barındıran şehirlerden bir tanesidir. Sadece bu ülkede değil, sadece bu bölgede bu coğrafyada değil, dünya üzerinde. Çünkü Diyarbakır çok büyük bir tarihi, kültürel, sosyal ve ekonomik birikimin üzerine inşa edilmiş bir şehir. Ve bu şehrin bütün sakinleri tarih boyunca bu şehre kendi dünyalarından bir duygu katmışlar. Dolayısıyla bu kadar büyük hikâyenin yer aldığı şehri anlamak, onun hikâyesini kavramak, onu yaşamak çok kolay bir şey değil. Büyük şehirler içinde yaşayanlara da büyük sorumluluklar yüklerler. Dolayısıyla bir şehrin ruhunu karşınıza almak, bir şehrin ruhunu anlamaya çalışmak, bir şehrin ruhunun içinde ona nüfus etmek, ona dokunmak özellikle Diyarbakır gibi dünyanın Kadim şehirlerinde çok kolay değil. Diyarbakır'ın o büyük hikâyesini herkes kendi diliyle anlatıyor. Böyle baktığınızda sanki herkes başka bir şehirden bahsediyor gibi; ama herkesin anlattığı da bu şehre dâhil olan, bu şehrin içinde olan. Muhtemelen dünya üzerinde hikâyesi farklı dillerde farklı ağızlarda bu kadar farklılaşan az şehir vardır. Herkesin bir Diyarbakır var. Çünkü bu şehir herkese bir kelime bırakacak kadar büyük hikâyeye sahip. Bu yüzden herkesin bir Diyarbakır'ı var. Herkesin Diyarbakır'ı da kendine özgüdür. Yolu bu şehirden geçen herkese bu şehir bir kelime, bir duygu, kendi hakikatinden bir parça bırakıyor.  Bu bir tarafıyla çok büyük bir nimet insanın hayatında, bir şehrin anlamından, hakikatinden bir parça almak çok büyük bir nasiptir. Aynı oranda çok ağır da bir şeydir. Bu şehrin böyle bir tarafı var diye düşünüyorum.

Çok teşekkür ederim, ağzına sağlık.

Ben de teşekkür ederim.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Özel Haber-röportaj Haberleri