Eskiden insanlar birbirine “Nasılsın?” diye sorduğunda cevabı gerçekten merak ederdi. Şimdi bu soru, bir selamlaşma refleksi haline geldi. Çünkü kimsenin zamanı yok. Herkesin elinde bir ekran, aklında bir liste, kalbinde ise sürekli yetişememenin telaşı var.
Modern yaşam bize çok şey kazandırdı ama en değerlisini sessizce elimizden aldı: yavaşlamayı.
Artık kahvemizi bile “to go” istiyoruz, çünkü oturup içmeye vaktimiz yok.
Yolda yürürken kulaklıkta başka bir dünyanın içindeyiz, gözümüz bildirimlerde, zihnimiz yarınki planlarda. Şimdiki an, sanki hep “sonra” yaşanacak bir şeymiş gibi erteleniyor.
Ama ironik olan şu: ne kadar hızlanırsak, o kadar az yetişiyoruz.
Daha fazla bilgiye ulaşıyoruz ama daha az düşünüyoruz.
Daha çok bağlantımız var ama daha az insanla gerçekten konuşuyoruz.
Yavaşlığın değerini unuttukça, içsel huzur da bir “lüks tüketim” haline geliyor.
Belki de artık yeni bir statü sembolü; pahalı arabalar, markalı saatler değil…
Bir sabah kahvesini sessizce içebilmek.
Bir akşam yürüyüşünü telefonsuz yapabilmek.
Bir mesajı anında değil, gönlümüzce cevaplamak.
Yavaşlık, tembellik değil.
Yavaşlık; fark etmek, hissetmek, gerçekten yaşamak demek.
Belki de hepimizin ihtiyacı, hızla akan hayatın ortasında bir an durup kendi kalp atışını duymak.