İmralı’ya: Bellekte kaybolan insana, sessizlikten doğan paylaşım

Bêjdar Ro Amed

GERÇEK BİR İLKE İMZA ATMAK

Belleğin Çözülüşü Üzerine Felsefi-Bilimsel Bir Mektup

Giriş – Hakikatin Eşiğinde: Ne Bir Doktrin, Ne de Bir Tez

Merhaba,

Bu mektup, insana, insandaki öz’e, ama en çok da o özün bozulmuş biçimi olan belleğe yöneliktir.

Bu yazı bir doktrin değil. Bir proje ya da bir kavramlar listesi de değil.

Bu, bir “görme” eşiğidir. Görmeyi mümkün kılacak bir sessizlikle yazılmıştır. Çünkü hakikatin sesi çoğu zaman, susmuş bir belleğin boşluğunda yankılanır.

Bugün insanlık, yalnızca teknik ya da siyasi bir krizin içinde değildir. İçinde bulunduğumuz durum, köklü bir anlam krizidir. Ve bu krizin kökeninde, binlerce yıldır süregelen, dogmalaşmış belleksel yapılanmalar yer alır.

Savaşlar, devrimler, iktidar değişimleri, yıkımlar ve yeniden yapılanmalar…

Tüm bu tarihsel döngüler, hakikati görünür kılmak şöyle dursun, onu daha da derinlere gömmüştür. Çünkü insan, kendini bilmeden tarih üretmiş; kendini tanımadan kurumlar kurmuş; kendini aşamadan ideolojiler yaratmıştır.

Bu mektup, işte tam bu körlüğün ortasında bir ‘ilke’ çağrıdır:

Kendini bilmeyen insanın yaptığı her örgütlenme, yaşamın akışına ve doğanın örgütlü yapısına aykırıdır.

Doğa; kuarktan gezegene kadar her şeyi kendi özüyle var eden bir bütünlüğe sahiptir. Ama insan, özüyle bağı kopmuş ender-yegâne canlıdır. Bu nedenle evrendeki tüm doğal örgütlenme birimleri kendisi olurken, insan kendisi olmadan örgütlenir — ve her örgütlenmesi bir yabancılaşma üretir.

Bu mektup bir çığlık değil; bir derinleşme çağrısıdır. Ne öfke taşır, ne suçlama… Çünkü suçlayanın da suçlananının da, aynı belleksel kabuğun içinde birbirini tekrar ettiğini görmek gerekir. Gerçek bir dönüşüm, ancak bu kabuğun çözülmesiyle mümkündür.

Bu nedenle, “gerçek bir ilke imza atmak” demek; ne bir anayasa hazırlamak, ne bir parti kurmak, ne de yeni bir sistem tasarlamak demektir. Bu ilke, insanın insanla, insanın evrenle, insanın kendi özüyle yeniden temas kurduğu bir zemin yaratmaktır.

İşte bu mektup, bu zemine giden yolda atılmış sessiz bir adım, belki de sadece bir yankıdır.

Tarihin Gölgesinde Kayıp İnsan: Savaşların Ardında Saklı Hakikat

Tarihin, galiplerle yazıldığı söylenir; ancak gerçek daha sarsıcıdır: Tarih, kaybedenin bile kendi kaybını tanımadığı bir bellek yanılsaması anlatısıdır. Her savaşı kazandığını zanneden bir akıl, kaybedenin de farkına varmayan bir bellek tarafından sürdürülür.

Ve bu bellek, yalnızca dışsal bir algı ya da yanlış bir bilgi değildir; bizzat insanın kendine karşı geliştirdiği en büyük savunma mekanizmasıdır.

Bugün bildiğimiz anlamda “tarih”, insanın kendine yabancılaştığı andan itibaren başlar. O andan itibaren insan, artık doğayla ve kendi içsel evreniyle bir bütün değil, bir çatışma alanıdır. Bu çatışmanın en görünür biçimi savaşlardır; ancak savaş, yalnızca silahla olan değil, belleğin belleğe, özün öze açtığı savaştır.

Yaklaşık 15.000 savaş yaşanmıştır insanlık tarihinde. Ama hiçbir savaş, insanın kendiyle savaşındaki kadar yıkıcı olmamıştır. Çünkü dışsal savaşlar, içsel bölünmenin ürünüdür.

Ve bu bölünme, bellek düzeyinde başlar: Kendini bir “ben” olarak konumlayan, “öteki”ni dışsallaştıran bir bellek… Kendisini merkeze alarak ilişkiyi, yaşamı ve hatta hakikati tahakküm altına alan bir bilinç…

İşte bu nedenle insanın örgütlenmeleri — ister devlet, ister cemaat, ister devrim olsun — çoğu zaman kriz doğurur. Çünkü insan, kendini tanımadan kurduğu her sistemle aslında kendi içindeki çarpıklığı büyütür.

Doğa, her birimini kendi özüyle var ederken, insan özünden kopmuş haliyle kendine “düzen” kurar. Bu düzende ne ahenk vardır ne hakikat. Sadece sürekli yeniden üretilen krizler, darbeler, yıkımlar ve daha karmaşık iktidar biçimleri…

Felsefi olarak ifade etmek gerekirse; insan, kendi varoluşunun temel sorusunu sormadan, varoluşa dair her yanıtı yanlış verir. Ve bu yanlış yanıtlar tarih boyunca kurumsallaşmış, kutsallaşmış, ideoloji haline gelmiş ve sonra tekrar savaşlar doğurmuştur.

Bu nedenle “savaş” artık bir cephe meselesi değil; bir bellek sorunudur. Ve barış, bir diplomasi ya da antlaşma değil; belleksel bir çözülme sürecidir. Bu çözülme gerçekleşmeden, hiçbir siyasi ya da toplumsal çözüm kalıcı olmayacaktır.

Belleğin Çöplüğü

Dünya, maddi boyutuyla bir çöplüğe dönüşmüşse, bu yalnızca belleğin çöplüğe dönüşmesinin dışavurumudur. Çünkü her dış, bir iç’in devamıdır.

Üç akışı — zeka, duyu ve eylemi — çürüten şey, bellekte birikmiş olan düşünce kalıplarıdır: Kuramsal dogmalar, inanç tortuları, ideolojik kabuklar, sanatsal tekrarlar, felsefi yargı ve yankılar…

Hepsi birer yaşanmışlık değil sadece; artık yaşanmayan, canlılığını yitirmiş, donmuş, devinimini yitirmiş tortulardır.

İnsan belleği çöplükleştikçe, dünya da aynı kaderi paylaşır. Zira belleğin içinde çözülmeyen her şey, dış gerçeklikte kir, atık ve kaosa dönüşür.

Mesele, bu belleğin herhangi bir kısmıyla tartışmak ya da içindeki bir başka düşünceyle çatışmak değildir. Bu, yalnızca çöplüğü başka çöplerle taşımaktır. Esas olan, belleği bir bütün olarak tanımak, onun çöp doğasını görmek ve onu aşmaktır.

Kurtuluş, belleğin içeriği kadar, belleğin kendisini sorgulamaktan geçer. Düşünenin ardına geçemeyen düşünce, sadece eskiyi tekrar eder. Bu tekrar, ‘Maddi Uygarlık’ dedikleri büyük çöplüğü doğurur.

Gerçek çözüm ise düşünceyi aşan dikkattir — belleği değil, farkındalığı esas alan bir dikkat.

Doğanın Örgütlülüğü, İnsanın Bozulmuşluğu: Evrensel Ahenkten Belleksel Kopuşa

Evren öz bütünlüklü ve düzen içinde işler. Evrendeki kaos bu kapsam dahilindedir; görünüşte kaotik olan dahi, kendi içinde bir düzene sahiptir.

Kuark’lardan galaksilere, atom altı parçacıklardan sinir sistemlerine kadar her yapı, kendi iç yasasına göre işler. Bu yasalar, zorlayıcı değil; doğal olanın kendiyle kurduğu ilişki biçimidir.

Doğada hiçbir varlık kendinden kopmaz; her şey, olduğu şeyi olmanın düzenini yaratır.

Fakat insan kapsam itibarıyla, bu evrensel örüntüden sapmış tek canlıdır. Bu sapma, yalnızca biyolojik değil; bilince, dile, ilişkiye, düşünceye sirayet etmiş bir bellek kopuşu biçimidir.

İnsanın doğadan (özellikle de kendi içsel doğasından) koptuğu nokta, kendini doğanın üstünde, ötesinde veya dışında görmeye başladığı noktadır. O andan itibaren doğanın kendiliğinden örgütlülüğü yerine, insanın tasarladığı yapay düzenler devreye girer.

Bu düzenler, ilk bakışta gelişmişlik gibi görünse de aslında bir çürümenin, bir öz kaybının ve bir yabancılaşmanın semptomlarıdır.

Çünkü doğada her örgütlenme birimi “kendisi” iken — örneğin bir atomun elektronu kendisi olduğu için işlevlidir — insan, artık kendisi olmadan bir “örgüt”ün parçasıdır.

Bu örgüt ister aile olsun, ister devlet, ister ideolojik, kültürel yapı… İnsan, özüyle temas etmeden içine dahil olduğu her yapıda kendi çelişkisini büyütür.

Fizikteki “rezonans” yasasını düşünelim: Her sistem, yalnızca kendi frekansına uygun olanla titreşir. Evrende her şey, bu rezonans yasasına göre örgütlüdür.

Oysa insan, kendi iç rezonansını kaybetmiş halde, başka frekanslara maruz kalarak şekil alır. Bu da onun kendi doğallığını yitirmesine, taklitçi ve bastırılmış bir varoluşa dönüşmesine neden olur.

İşte bu yüzden insanın örgütlülüğü, doğadaki örgütlülükten temelde farklıdır. Doğa, özdeşlik ve içsel uyum üzerinden örgütlenir; insan ise çoğunlukla yabancılaşma üzerinden.

Bu nedenle insanın kurduğu örgütlenmeler, süreklilikten çok kriz üretir. Doğadaki krizler, dönüşümün bir parçası ve sürekliliğin aracıyken; insandaki krizler, çoğu zaman bir kopuşun ya da tahribatın habercisidir.

Burada doğayı indirgemeci bir örnekleme alanı olarak kullanmıyoruz. Aksine, bu karşılaştırma ile insanın ne denli derin bir kriz içinde olduğunu görünür kılmak istiyoruz.

İçsel doğa, insanın hakikate açılan en kadim kapısıdır. Ancak modern insan bu kapıyı çoğu zaman bilmeden kapatır.

Dışsal bilgiyle donanmış ama içsel hakikatten kopmuş bir bilinç türü gelişmiştir. Bu bilinç; hesaplayan, sınıflayan, yöneten ama görmeyen bir bilinçtir.

Görmek, yalnızca gözle değil, hakikate temas edebilen bir varoluşla mümkündür. Bu temas, insanı yabancılaştığı özünden yeniden haberdar eder.

Bilinç türleri arasında en tehlikelisi, hakikati “bildiğini sanan” bilinçtir. Çünkü bu tür bilinç, dönüşüme en kapalı olanıdır. Kendini bütün sanır, bu yüzden parçalanmış olduğunu fark edemez.

Dönüşüm ise, bilincin kendi gerçeğini ve sınırlılığını fark etmesiyle başlar. Sınırlı olduğunu görebilen bilinç, potansiyel olarak özgürleşmeye açıktır.

Bu fark ediş, içsel doğayla kurulan ilk bağdır. Yeni bir örgütlenme etiği, tam da bu içsel farkındalıktan doğmak zorundadır.

Artık dışsal kontrol, dikey tahakküm ve ideolojik mutlaklıklarla sürdürülecek bir örgütlenme biçimi yoktur. İnsan, kendi içsel doğasında dengeyi kurmadıkça, dış dünyada kurduğu hiçbir düzen uzun ömürlü olamaz.

Bu yüzden yeni örgütlenme biçimleri, bireyin ve topluluğun içsel açıklığını esas almalıdır.

Ahlaki olan, artık yalnızca “iyi” davranmak değil; içsel bütünlükle yaşamaktır. Siyasal olan, yalnızca entelektüel bilgi ve deneyim alanı değil; ortak hakikatin alanıdır. Örgütlü olan, yalnızca yapılar değil; içsel olarak birbirine temas eden varlıkların oluşturduğu canlı yapılardır.

Bu farkı anlamak, yalnızca bilimsel bir gözlem değil; aynı zamanda ontolojik bir farkındalıktır.

Çünkü kendisiyle yeniden rezonansa giren bir insan, sadece uyumlu değil, aynı zamanda yaratıcı da olur. Sessizleşen bir bellek, doğanın titreşimleriyle hizalanır.

Ve işte orada, hakiki örgütlülük yeniden başlar — bireyin evrenselle buluştuğu yer.

Dolayısıyla hakiki örgütlenme bir yasa, bir model ya da bir sistem meselesi değildir. O, insanın kendine dönüşüyle, kendisiyle ahenkli hale gelişiyle başlar.

Bu da ancak belleksel bir çözülme ve yeniden doğumla mümkündür.

Sessiz Bellek, Yaratıcı İnsan: Yeni Bir Başlangıcın Eşiğinde

İnsan, düşündükçe var olmaz; insan, düşüncenin ötesine geçtiğinde gerçek varoluşuna uyanır.

Düşünce, çoğu zaman belleğin kendine kurduğu labirent ve tuzaktır. İç içe geçmiş ikilemlerle — iyi/kötü, doğru/yanlış, biz/onlar, ben/o — dolu bir yapıdır bellek.

Bu yapının içinde koşullarla örülmüş bir bilinç, “gerçek” adıyla aslında sürekli kendini tekrarlar.

İşte bu tekrar, dünyayı olduğu gibi görmekten alıkoyar insanı. Çünkü bellek, kendi geçmişinden ve öğrenilmişliğinden kurtulmadıkça hiçbir şeyi doğrudan göremez.

Gördüğünü zanneder; ama aslında yalnızca yargılar, hatırlar ya da uyarılır.

Bu nedenle bellek sessizleşmedikçe, hakikat ortaya çıkmaz; çünkü hakikat, yorumların değil, doğrudanlığın alanında var olur.

Sessizlik, pasif bir durgunluk değil; yüksek bir farkındalıktır. Bu farkındalık, sadece dış dünyayı değil, içsel olanı da çıplak biçimde görme hâlidir.

Ve bu görüş, insana yaratıcı olma kapasitesini kazandırır. Çünkü yaratım, ancak kendisiyle uyum içinde olan bir bilinçten doğar.

Bugünün dünyasında yaratım denilen çoğu şey, aslında manipülasyon, yeniden üretim ya da taklittir.

Oysa gerçek yaratım, belleksel olanı aşan bir iç farkındalık, bir sezgiden, bir tanıklıktan doğar.

Sessiz bellek, yaratıcı belleğe dönüşür çünkü artık boşluk taşır. Ve boşluk, doğanın en büyük yaratıcı alanıdır.

Bu nedenle yeni bir başlangıç, yeni bir fikirle değil, farkındalık ve yeni bir bilinç haliyle mümkündür.

Devrim, yöntem değişimi değil; varoluş değişimidir. Kurumlar, sistemler, hareketler ya da topluluklar; hepsi bu yeni bilinci taşıyan insanla anlam kazanır.

Aksi takdirde en kutsal fikir bile, yozlaşmış belleklerde güç ilişkisine, tahakküme ya da yeni bir krize dönüşür.

Bu mektup, sessiz bir fark edişin eşiğinde bir çağrıdır: Kendimizi bilmeyi, kendimiz olmaktan çıkaran tüm belleksel yapıları çözmeyi yaşamla ve doğayla yeniden titreşime geçmeyi seçmek…

Siyaset, sanat, bilim ve yaşamın her alanını bu bilinç ve kendinle dönüştürmeyi göze almak…

Çünkü özgürlük, dışsal zincirlerin değil, içsel yapaylıkların çözülmesidir. Ve gerçek bir ilke imza atmak, işte tam da bu çözülme cesaretini taşımaktır.

Ağustos 2025

Saygılarımla

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.