İSTİSMARLAR İSYANI OLDU

Diyarbakır’da okurlarıyla buluşan, Kurt Seyit’in torunu olan ve çok sayıda kitaba imzasını atan yazar Nermin Bezmen Tigris Haber'e konuştu.

İSTİSMARLAR İSYANI OLDU

Diyarbakır’da okurlarıyla buluşan, Kurt Seyit’in torunu olan ve çok sayıda kitaba imzasını atan yazar Nermin Bezmen’le; yeni kitabını, çocukluğundan edebiyat dünyasına uzanan yaşam serüvenini; onu en çok etkileyen; sevgiyi, ensest ilişkileri, çocuk istismarlarını, çocuk gelinleri ve ABD’ye yerleşmesinin nedenlerini sorduk. 

Mümin Ağcakaya

* TİGRİS HABER Uzun süredir yurt dışındasınız, batının edebiyatta geldiği nokta ile ülkemiz edebiyatı arasındaki açık ara bir fark hala var mıdır? Eskiden olduğunu biliyoruz. Şu an devam ediyor mu sizce?

Her geç başlanılmış adım gibi, geç atılmış adım gibi edebiyatta da daha çok taze sayılır. Türkiye’nin çağdaş edebiyatı; Dünyayla, Batıyla ve Rus edebiyatıyla kıyaslandığı zaman; oldukça hızlı yol aldığı söylenebilir. Türkiye biraz daha popüler yazımlarla edebiyatın zenginleştirildiği bir döneme girildi. Sanırım onu da aşacaktır. Gerçek edebi değeri olan kitaplarla daha çok haşır neşir olacaktır diye düşünüyorum, umutlanıyorum.

*Daha çok hangi kitapları okumaktan, yeni dönem edebiyatı, yazarlarını takip ediyor musunuz?

Benim esas merakım tarih. Kendi yazarlığım için beni çok destekleyen ve çok da merakım olan, çok erken yaşlardan itibaren merakımın birleştiği konular psikoloji, sosyoloji, mitoloji, arkeoloji oldu. Bunlarla ilgili bütün konular, kitaplar benim dikkatimi çekiyor. Yazardan ziyade konusuna göre kitap seçerim. Özellikle her kitabını okuyayım diye yaklaşımım yok. Bir yazarın ardından gitmektense; içinde beni daha sonra yazacaklarımla ilgilendirecek, besleyecek kitapları tercih ediyorum. Kendimi daha çok besleyecek, derinlikleri olan kitapları tercih ediyorum. Ama tarihi anlamda derinliği olan, gerçek bir tarihten esintiler getiren romanlar, hikâyeler, biyografiler her zaman benim esas ilgi alanıma giriyor. Gerçekten zekâ unsuru olan devrimler ilgimi çekiyor.

*İlk okuduğunuz kitabı hatırlıyor musunuz?

Annem beni daha iki yaşındayken kitapla tanıştırıyor. Dolayısıyla ben dokuz yaşına geldiğimde arkadaşlarımın yeni okumaya başladığı, yeni yeni karşılaştığı kitaplar silsilesi artık kütüphanemin ezberlenmiş kitapları haline gelmişti. Efsaneler, Ezop hikâyeleri, Dede Korkut Masalları, Bin Bir Gece Masalları; bunlar ben yedi sekiz yaşına gelene kadar bitmişti. Dokuz yaşında annem beni Çehov’un Vişne Bahçesiyle tanıştırdı. Dolayısıyla klasikler dünyasına girişim dokuz yaşında başlar. Ondan sonra da hep yaşımın, olgunlaşma sürecimin getirdiği, müsaade ettiği klasiklerle devam ettirdim.

*Ne zaman yazmaya başladınız? İlk kitap yazma fikriniz nasıl oluştu?

Hep yazardım. Resimle yazmak okumak gibi beni son derece esir alan ve içine gömülsem dediğim hobi alanlarıydı. İlkokul birden itibaren; tarih, Türkçe dersleri, daha sonra edebiyat derslerinde, hep parmak kaldıran ve yarışmalara yazdıkları gönderilen, sene sonunda hocaların mezuniyet konuşmalarının istendiği talebeydim. Hep yazardım. Hayata, anı elinden kaçırmadan yaşamak üzere bakıyorum. Her şeyi not alarak yaşarım. Hafızamda alamadığımı kâğıda not alırım. Dolayısıyla yazmak benim aslında hayatımın bir parçasıydı. Profesyonel anlamda ilk defa 1990 yılında Uyandıran Aşk isimli kitabımla buluştum. Şair değilim ama şair ruhluyum. Şair olmak ayrı bir şeydir. Bugün içim sinerek kendimi romancı addediyorum ve roman yazmayı çok seviyorum. 1992 yılı benim gerçek aile öykülerini anlattığım, aslında altı bölümlük, altı kitaplık bir nehir roman olan Kurt Seyit Şura kitabıyla başlar. Çok şanslıyım ki o ilk kitabımda, ilk tecrübem olmasına rağmen büyük bir okur kitlesiyle buluştum. Ve edebiyat dünyasında kalma şansına erdim.

*Karakterlerinizi oluştururken nasıl bir yöntem izliyorsunuz. Önce hikâye mi karakter mi ön plana çıkıyor?

Bu kitaptan kitaba değişen bir olgu benim için. Bazen karakterlerin hayatında olan bir şey beni çeker. Bazen bir mekân çeker. Bazen de olayın kendisi çeker. Fakat her halükarda içine alacağım kahramanım olacak, ya da onun figüranlığı olacak. Bütün karakterimin psikolojik elbisesi benim için çok önemlidir. O devirde; o sosyo ekonomik koşulda, o statüde her neyse bir insan çevresi, o coğrafyanın yaşam şekli; mutfak kültüründen müzik kültürüne kadar bütün bir yaşam yelpazesi, benim için kitap da muhakkak giydirilmesi gereken unsurlardır. Karakterlerimin kurgu da olsa gerçek de olsa psikolojisi çok önemlidir. Okura karakterinizin bu hali hakkında bazı şeyler söylediğiniz ve yaptırdığınız,  bir şablon çizdiğiniz zaman; ona sadık kalmamız lazım. İnsanlar çok büyük travmalar yaşamadıkça karakterlerinde çok büyük değişiklik olmaz. Olgunlaşırız. Bazı şeylerden ders alırız. Aslında içimizde bir kor parçası vardır. O hiç bir zaman değişmez. Bizi biz yapan hiçbir zaman değişmez. Kahramanlarınıza bir onu bir bunu yaptırdığınız zaman inandırıcılıktan uzaklaşırsınız. Buna çok sadık kalmak lazım. Dolayısıyla o psikolojik dünyası karakterlerim için, benim için çok önemlidir. Her biri için ayrı çalışma yapmak lazım.

*Bir demecinizde kısacası karakterlerinin yansımaları edebiyat diliyle adlandıracak olursam anneannem masal, annem hikâyedir. Ben ise sanırım roman olacağım demişsiniz?

Evet, nerden buldunuz bunu çok şeker. Bunu bir keresinde söylemiştim. Anneannem, annem böyledir. Ben çok şanslıyım o anlamda. Benim sadece annem babam değil, ninelerim, dedelerimin de hepsi çok iyi okuyan insanlardı. Dolayısıyla aile içerisinde ben hep kütüphaneli evlerde dolaştım. Kütüphane bir evin ana unsuruydu benim için. Ve halen bugün şaşarım. Mesela çok şık evler alıp; büyük masraflar, dekorlar döşeyen insanların evinde gözüm kütüphane arar. Kütüphane görmediğim ev ya da en azından bir duvarda kitaplık görmediğim zaman benim için hiçbir şey ifade etmez. Ben öyle büyüdüm. Kitapla yakınlığım çok farklıdır.

Anneannem aynı zaman da müthiş bir masalcıydı. Ben onun bizde kalacağı günleri, akşamları heyecanla beklerdim. Hem beden diliyle hem ses tonuyla sanki tiyatro sahnesindeymiş gibi son derece teatral bir dille masal anlatırdı. Kendi yarattığı masallar vardı ve onlar hep değişirdi. Hiç statik değildi hikâyeleri, masalları. Aynı zamanda aile geçmişimizi, kendi bildiği kısmını ve tabii ki dedemin hikâyelerini, onla yaşadıklarını o kadar güzel anlatırdı. Beni bir gün onları yazmaya iten; o kadar kendimi içinde hissettirecek detayları o hikâyeleri, masalları bana anlatmış olmasıdır. Annem daha gerçek dünyanın, daha modern kadınıydı ve direk kitaplarla ilgiliydi. Masal anlatmadı ama masal okudu. Hiçbir zaman efsaneyi kendisi canlandırmadı ama hep kitapları kütüphanemde var etti. İşte; daha modern cumhuriyet kadını olan annemin hikâyesinin olması benim için o anlamda öyle değerlendirildi. Anneannem ise daha geçmiş bir zamandan gelen, anlattıklarıyla; benim için büyülü zamanlardan gelen bir masal olarak kaldı.

*Kurt Seyidin torunu olmak edebiyat anlayışınıza nasıl bir katkıda bulundu?

Çok büyük bir katkıda bulundu. Bir kere maceraları itibariyle bir de beni her zaman içine çeken o geçmiş zamanlar, artık ulaşılamayan toprak parçaları, değişmiş sınırlar zamanından gelen hikâyesini beraberinde taşıyan kişi olduğu için, ayrıca çok canımdan kanımdan olduğu için beni müthiş besledi. Hem ilk kitabım hem de ilk yazarlık denemem de olmasına rağmen belki de bu kadar okurla buluşmam yazarlıkta kalıcı olmamın sebebi bu kadar kendime ait hikâye anlatmış olmamdı. Onu da dedeme ve tabi ki onu da aktaran anneanneme borçluyum. Çünkü bu kadar anlatılanların bir kısmı sonradan benim bilgime dâhil olmuş olsa da; aslında dedem ve benzeri diğer aile bireyleri yaşarken gördükleri, duydukları, hissettikleridir.  Ne kadar uzun göç hüznü, sürgün hüznü; bir yandan şaşa sonra bir yokluk, sonra bir debdebe, sonra yeniden bir yoksunluk; tüm bunlar aslında benim genlerimde akıyor. Zaten dolayısıyla çok ırak olduğum konular değil ama bilinçaltında bende olan bilgilerdi. Bir de bunlar anneannem gibi birinci ağızdan, bazı hikâyeler için ikinci ağızdan bana aktarıldığında çok sade biçimdeydi. Onun için okur kendini sayfaların arasında, benden, ailemden biri gibi hissediyor.

*Romanlarınızdaki tasvirlerinizde titiz bir ressamın detaylı tasvirlerini görüyoruz. El sanatları gibi; sanat dallarıyla da uğraşmanız, roman yazarken daha geniş düşünmenizi sağladığını söyleyebilir miyiz?

Evet, bunu çok rahat söyleyebilirim. Onu yazarken hissediyorum. Size demin bahsettiğim gibi tarih, arkeoloji, mitoloji sosyoloji, psikoloji sadece bu coğrafyaya değil; bütün dünyaya bunların deneyimiyle bakmayı seviyorum ve diğer taraftan da sanatla iç içeyim. Resim yapıyorum, resim izliyorum. Müzik dinliyorum. Enstrüman çalmıyorum belki ama çok müzik kulağı olan, müzik aşkı olan birisiyim. Sanat zaten birbirini besleyen bir şeydir. Bir de bunu diğer dallarla bir araya getirdiğiniz zaman; konunuzu irdelerken, anlatırken, karakterinize bir şekil verirken, onun dünyasını yaratırken; bütün bunların birikimi müthiş bir zenginlik, bir çeşni getiriyor. O çok güzel bir şey. Bu bilgilerin hafızaya ya da not defterlerine yerleşmiş olması; onu yazmaya başladığım zaman, bana nerdeyse anlatmak istediğim her şeyi hazırda tutuyor. Uzun süreli bir çalışma, araştırma dönemim oluyor. O birikimler kitabın içine bir artı olarak giriyor.

*Bitirmek üzere olduğunuz tarihi romanı yarıda keserek çocuklara ve kadınlara yönelik şiddet ve cinsel tacizi anlatan bir romanı yazdınız. Sizi bu karara iten ne oldu?

Bu karara iten, yüreğimi acıtan, içimi kanatan bu acı gerçekleri sadece duyuyor ve sadece üzülüyor olmak istemedim artık. Çünkü isyan ediyordum. İsyan ettiriyor. Halkımızın genel anlamda bir sindirilmişlik, sessizlik, kabulcülük ve görmezlikten gelmek gibi aslında bize ait olmaması gereken duygulardır. Bütün bu kötü yaşananlara, ayıp olanlara, acı olan gerçekleri, görmezden gelmek; suçluları cesaretlendirmektedir. Kurbanların da adeta suçluymuş pozisyonuna düşürülerek içine kapanma, acıları tek başına yaşama ya da ortaya çıkarırlarsa bu defa da aile veya toplumun baskısıyla karşılaşmak; o suça sebep veren kendileriymiş duygusuyla; ezildiklerini, sindirildiklerini görmek benim artık tahammül edemeyeceğim bir şey haline geldi. Baktım ki yazmakta olduğum o tarihi romana konsantre olamıyorum. Duygularım, isyanım bir şekilde bir tedavi bekliyordu. Müthiş bir çaresizlik hissinde haykırmak ihtiyacı hissettim. Sesi çıkmayan yüz binlerin, milyonların çığlığı olmak istedim. Havvanın Cezası kendi kendini yazdırdı diyebilirim. Tabi bütün bu acılar aile içi şiddet, ensest ilişkiler, kız çocuklarının, küçük oğlan çocukların cinsel tacizi, kumalık, kız çocukların satılması, oğlan çocukların satılması vs. Tabi bunlar sadece Türkiye’mize ait acılar değil maalesef. Dünyanın birçok coğrafyasında da var. Ama benim esas içimi acıtan bizim Atatürk Cumhuriyeti kanunlarında zaten baştan korunma altına alınmış kadınların, çocukların ve onların saygınlığı, eşitliği ve bireysel haklarının korunamayarak bu güne gelmiş olması acıttı. Ben yazarım tek silahım kalemim, ben de o silahı kullandım. O sesi çıkamayan, çıktığı zaman bastırılan, sindirilen ve cezalandırılanların sesi olmaya çalıştım. Onlar adına bir çığlık attım. Şimdi bekliyorum. Bu çığlık nasıl yankılanacak, açıkçası heyecanla bekliyorum.

*Kitaplar konusunda tavsiyeleriniz?

Anton Çehov ilk tanıştığım. Beni hala çok enteresan şekilde Anton Çehovun öyküleri, yazdığı oyunlar, halen çocukluğumda başlayan, her yaş döneminde farklı bir algılamayla zenginleşerek, hayranlığımı devam ettirmiştir. Yazar olarak; sade dili, yazarlığını sanki edindiği kahramanları adına bir yaptırım gücü bulamadan, kahramanlarını baş başa bırakmasını çok erken yaşta fark ettim.  O çok hoşuma gitmişti. Mesala Dostoyevski de Tolstoy’da bunu göremiyoruz. Onlar kendi tabuları, kendi inandığı ahlak kuralları içerisinde karakterlerini ya ödüllendirirler ya da cezalandırırlar. Bir şekilde okura mesaj verirler. Böyle seçimlerle yaşarsan, böyle bir hayat seni bekliyor, böyle cezalandırılırsın. Çehov bunu yapmaz. Benim de o düsturumdur. Aynı şekilde romanlarımda karakterler ne yaparsa yapsın; orada söz sahibi, hâkim olan ben olmamalıyım. Bunun kararını okurum vermeli açısından yazarım. Dolayısıyla hayranlığım hiç bitmez Çehov’a. Diğer taraftan Moliere traji komik toplum sorunlarını anlatması açısından çok erken yaşlarda tanıştığım bir yazardı. Bence her yetişmekte olanın okuması gerektiğine inanıyorum. Bizim edebiyatımızdan tabi Ömer Seyfettin, Yakup Kadri, Peyami Sefa’larla büyüdüm. Vala Nurettin’in ‘Bu Dünyadan Nazım Geçti.’  Yine on yaşında tanıştığım Nazımın kaçak olduğu yıllarda, her akşam annem babamın sesli olarak ailece değerlendirdiğimiz, dinlediğimiz, bizim için çok önemli bir kitaptı. O hiç unutamadığım bir kitaptır. Nazımın şiirleri tabi hayatım da çok özel bir yeri vardır. Her kitap okurunun kütüphanesinde olması gereken bir kitaptır. Kurtuluş savaşını bu kadar güzel anlatan, Atatürk’ü bu kadar güzel anlatan bir insanın, Türkiye’ye bu kadar hasret ölümü de, bana hala büyük acı verir.

*Diyarbakır’a daha önce geldiniz mi?

Daha önce Diyarbakır’dan geçtim. Ama ilk defa içinde ve insanlarıyla bire bir buluşarak kalıyorum.

*Diyarbakır’a gelmeniz sizde nasıl bir çağrışım yaptı?

Çok tatlı bir sürpriz yaşadığımı söyleyebilirim. Yayın Ağacı bana Diyarbakır’ı başka türlü sevdirdi. Ekibi tebrik ediyorum. Vizyon sahibi bir mekân olmuş. Gururla izledim. Örnek alınması gereken bir mekân. İdeallerin buluştuğu bir adres olmuş. Ağırlandığım için, gençlerle, yetişkinlerle buluştuğum için çok mutluyum. Umarım ilk fırsatta tekrar dönmek nasip olur.

*Genç okurlarla buluştunuz?

Çok keyiflendim. İnanılmaz güzel, hafızamda kalıcı olacak bir anıyla geri dönüyorum. Çok isterim ki örnekleri çoğalsın. Müthiş aydınlık, umut veren ve özellikle bu son romanımı yazarken içime kan büründüren, beni ağlatan Türkiye gerçeklerinin üstüne burada böyle bir ferahlık şelalesinden su içmiş gibi hissettim. Çok büyük keyif aldım. En yakın zamanda dönmek isteyeceğim bir yer oldu burası.

*Diyarbakır hep böyledir. Dışarıdan imajı daha farklı algılansa da

Bir şey de düşünerek gelmedim açıkçası; ama bu karşılamayı, bu kadar aydınlık yüzü bir arada tahayyül etmiyordum. Samimiyetle söylemem lazım.

*Geçmişte memurlar buralara tayini çıktığında korkarak gelirlerdi ama sonra da gitmek istemez, bir daha kolay kolay kopamazdı?

Tahmin ediyorum.

*Sevgi dolu toplumdan nasıl veya niye uzaklaştık?

Evet bu maalesef çok acı bir şey. Biz gerçekten sevgiyi artık kutsamamız gereken bir duygu olması gerekirken, fakat biz sevgiyi neredeyse günah ilan etmeye başlayan bir toplum olduk. İlgi göstermek, sevgili olmak, sevginin işaretlerini vermek, sevgiyi yansıtmak ayıp günah kavramları altına alındı. Ama onun yanı sıra sevişen bir çiftin; sevgili olabilir, karı koca olabilir, bunların el ele tutuşması, birbirine sarılması günah addediliyor. Bu arada kitabımda anlattığım, binlerce örneği olan ve maalesef üstü örtülen acı gerçeklerimiz, yalan yanlış sahte yorumlarla; böyle yaşanır gibi bir fikirle yalan yanlış bir yaşam şekli empoze ediliyor.

*Sadece cinsler arası bir sevgi değil, bir sevgisizlik tohumu büyüdü, bu bir kamplaşma yarattı. Birbirine elini uzatan, en zor anında yanına giden, sevincini paylaşan komşular bile birbirine sırtını dönmeye başladı. Bu durum, bir toplum için tehlike değil mi?

Ama önce o ayrışma yapıldı sonra sevgi bitti. Yani o ayrışma toplumun her katmanında yapıldı. Kökenler işin içine girdi. Daha sonra dinin muhtelif, Alevisi, Sünnisi, Bektaşisi birbirinden ayrıştırıldı. Sonra bir Türkçülük, Osmanlıcılık bölünmesi yaşandı. Bu kadar ayrım sonunda kadın erkek ayrımına da gelindi. Kız çocuk, erkek çocuk ayrımına kadar indi. Bu kadar ayrışmayı ben hayatım boyunca Türkiye’de hiç görmedim.

*ABD ye gittiniz, ‘Türkiye’de kalmak için çok mücadele etmek zorunda kaldık’ dediniz.  Bu mücadelede neden sonuç alamadınız?

Biz karı koca sanatçı insanlarız. Bizim beslenmemiz lazım. Bizim hür irademizle konuşabilmemiz, oyun seçebilmemiz, yazı yazabilmemiz lazım. Türkiye’de maalesef artık hür söylem, hür yazmak, hür düşünce ifadesi zedelendi. Bunun zedelenmişliği bizim gibi dünyaya sanat gözünden bakan insanlar için müthiş yıpratıcı ve üretkenliği zedeleyici faktörler oluyor. Sözünü sakınan insanlarda değiliz. Biz net tavrımızı, olduğumuz çizgiyi belli eden karı koca insanlarız. Hiçbir devre rüzgârgülü gibi ayak uyduran insanlar değiliz. Sanatçılık aslında bir itirazı ve bir muhalefeti beraberinde getirir. İlla her şeye muhalif olmak anlamına gelmez; ama toplumda yara gördüğü, acı gördüğü, yanlış gördüğü her şeyi sanatçı çok rahat ifade edebilmeli ve eserinde de ortaya koyabilmeli. Türkiye’de bunun sıkıntısının yaşandığını, bu hürriyetlere sekte vurulduğunu görmekten son derece rahatsızdık. Benim de yazarlığım için kendimi daha hür, fikrimi daha rahat ifade edebileceğim bir yerde, nefes alma ihtiyacı hissettim. Amerika’nın da eksiklikleri yok mu? Çirkinlikleri yok mu? Dolu. Öyledir, böyledir fakat halen daha şöyle bir şey orda mevcut. Kuvvetler ayrılığıyla henüz yönetilen bir ülke olduğu için; hak, hukuk, adalet sistemi hala; benim Havvanın Cezasında anlattığım kurbanların yanında oluyor. Sahip çıkıyor ve suçlu olanı cezalandırıyor veya ona caydırıcı bir ceza getiriyor. Diğer taraftan da kimse fikrinden, düşüncesinden feragat etmek zorunda kalmıyor. Omurgasını kaybetti insanlar sırf iş bulmak, iş yapabilmek adına. Dolayısıyla biraz farklı bir coğrafyada farklı bir nefes almayı seçtik.

*Türkiye’nin yarasını biraz deşmek lazım dediniz buna bağlantılı olarak bu yaralar bahsettiğiniz yaralar mı?

 Evet bütün yaralarımız da bu değil. Ben sadece gizlenmeye çalışılan hatta dediğim gibi belli şemsiyeler altına alınarak adeta doğalmış, kanıksanması gereken yaşam şekliymiş gibi sunulmaya çalışılan şiddetten, dehşetten, tacizden, ensesten, kuma, çocuk gelin, pedofili gibi çok büyük yaramız olan şeylerden bahsettim Havvanın Cezasında.

 

*Geldiniz gördünüz. Yüreğinizin sesi şimdi size ne diyor?

Yüreğimin sesini dinleyerek yaşarım. Yüreğimin sesini dinleyerek yazarım. Ne düşünüyorsam öyle yaşarım. İçim dışım göründüğüm, seçimlerim hepsi aynıdır.

Buradan çok büyük bir coşkuyla ayrılıyor olacağım. İçim pır pır etti. Bu şansı yakaladığım için bu güzel keyfi yaşama şansı buldum, Mayıs ayında döndüğümde; okurla buluşmak, bir sohbet yapmak için, buraya gelmek için bir bahane arayacağım. 

*Tigris Haber Gazetesi okurlarına ve Diyarbakır’daki okurlarına, ne söylemek istersiniz?

Bir kere burada öğretmenleri, sevgili talebeleri okullara ulaşmış olmam çok mutlu etti. Bir sonraki gelişimde onlarla sadece bir imza gününde değil, bir sohbette buluşmayı çok isterim. Beni böyle bağırlarına bastıkları için çok teşekkür ediyorum. Bana bu sıcaklığı gösterdikleri ve umut verdikleri için. Ülkem adına bir umutla ve yüreğimde bir sevinçle gidiyor olacağım. Diyorum ki yüce yaradan ışığını aydınlığını çekmesin Diyarbakır’dan. Bence Türkiye geneline örnek olacak bir yerde Diyarbakır.

*Teşekkür ediyorum, ağzınıza, yüreğinize sağlık.

Sizinde, ben de teşekkür ediyorum.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Özel Haber-röportaj Haberleri