KADIN CİNAYETLERİ ÖNLENEMEZ Mİ, YOKSA ÖNLENMEK Mİ İSTENMİYOR ?..

Av. Güler Koçyiğit

Her yeni güne bir kadın cinayeti haberiyle uyanmak artık sıradanlaştı. Oysa hiçbir ölüm, hele ki bir kadının canice katledilmesi sıradanlaşamaz, sıradanlaştırılamaz. Ama gelin görün ki yıllardır sürdürülen bu suskunluk, bu umursamazlık, bu cezasızlık hâli, toplumun bazı kesimlerinde cinayetleri neredeyse “olağan” hale getirdi. Sorulması gereken soru artık şu: “Kadın cinayetleri gerçekten önlenemiyor mu, yoksa önlenmek mi istenmiyor?”

Devlet isterse önler. Bu cümle bir temenni değil, gerçekliktir. Çünkü devletin elinde yasama, yürütme, yargı gücü vardır. Yasaları çıkarma, uygulama, denetleme, suçluyu yargılama ve cezalandırma yetkisi ondadır. Ancak bu yetkilerin kadınlar lehine kullanılması bir irade meselesidir. Ve ne yazık ki bu irade son yıllarda her geçen gün daha da zayıflıyor.

“Diyarbakır’da Üç Kadın Daha: Bu Sessizlik Kimin İşine Yarıyor?”

Son bir ayda Diyarbakır’da üç kadın hayatını kaybetti. İkisi cinayet, biri intihar olarak kayıtlara geçti. Her olayın kendi içinde özgün bir hikâyesi olsa da, bu ölümlerin tümünü ortak bir zemin üzerinde incelemek zorundayız. Çünkü kadın cinayetleri münferit değil, yapısal bir krizin yansımasıdır.



1. Kadın Cinayetleri: Artan Sayılar, Azalan Müdahale

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre 2025 yılının ilk 6 ayında Türkiye genelinde 136 kadın cinayeti işlendi, 145 kadın ise şüpheli şekilde ölü bulundu. Bu sayı, neredeyse her gün bir kadının öldürüldüğü anlamına geliyor. Bu veriler, cinayetlerin bireysel sapkınlık ya da aile içi anlaşmazlık gibi dar nedenlerle açıklanamayacağını; aksine derin toplumsal sorunların sonucu olduğunu gösteriyor.

2. İstanbul Sözleşmesi’nin Feshi: Dönüm Noktası

İşte İstanbul Sözleşmesi tam da bu yüzden önemliydi. Türkiye’nin 2021 yılında İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, kadın hakları açısından büyük bir geri adımdı. Bu sözleşme, sadece şiddetin tanımını yapmakla kalmıyor, aynı zamanda devletin koruma, önleme, soruşturma ve politika üretme yükümlülüklerini de tanımlıyordu.

Sözleşme, kadına yönelik şiddeti sadece bir bireysel suç değil, toplumsal bir sorun olarak ele alıyor; devleti, şiddeti önleme ve mağduru koruma konusunda bağlayıcı yükümlülükler altına sokuyordu. İstanbul sözleşmesinin bir gecede feshedilmesi, yalnızca hukuki değil, aynı zamanda sosyolojik bir kırılmaya da neden oldu. Kadınlar artık kendilerini daha yalnız, daha güvencesiz, daha korunaksız hissediyor. Devletin desteğini arkasında değil, karşısında bulabiliyor.

Ayrıca sözleşmeden çekilme kararı, kadınlar için adalet arayışının devlet katında karşılıksız kalabileceği yönünde güçlü bir mesaj verdi. Bu da şiddeti önleme konusunda toplumsal güveni sarstı.

3. Yoksulluk, Eğitim ve Şiddet Bağlantısı

Kadın cinayetlerini besleyen başka dinamikler de var elbette. Ekonomik krizlerin derinleştiği, işsizliğin arttığı, geçim derdinin yakıcı hale geldiği toplumlarda sosyal çözülme hızlanır. İntiharlar, fuhuş, aile içi şiddet ve cinayet vakaları yükselir. Yoksulluk, erkek egemen toplumlarda özellikle kadınlara yönelik baskının bir aracı haline gelir.

Eğitim seviyesinin düşüklüğü, kadını birey olarak değil, “ailenin namusu”, “erkeğin malı”, “toplumun hizmetkârı” olarak gören ataerkil zihniyetin hâkimiyeti, kadına yönelik şiddeti meşrulaştıran yanlış dini ve kültürel yorumlar… Hepsi bir araya geldiğinde ortaya zehirli bir atmosfer çıkıyor. Bu atmosferde kadın nefes alamıyor. Kimi zaman boşanmak istediği için, kimi zaman makyaj yaptığı için, kimi zaman hayır dediği için öldürülüyor.

Bu sorunlar bireysel çözümlerle aşılamaz. Bu, topyekûn bir değişim, bir toplumsal dönüşüm meselesidir. Okullarda cinsiyet eşitliği eğitimi verilmeden, medyada kadınlara yönelik ayrımcılık sona ermeden, yargı, failleri caydırıcı cezalarla yargılamadan, kadınlar siyasette ve karar mekanizmalarında daha fazla temsil edilmeden bu tablo değişmez.

Ve en önemlisi: Devlet, kadınların yanında olduğunu göstermelidir. Kadınların sokakta, evde, işte güvenle yaşamasını sağlayacak politikalar üretmeli; koruma kararları kâğıt üstünde değil, sahada gerçek koruma sağlamalıdır. Kadınlardan vazgeçmeyen bir iradeye ihtiyaç var.

Kadın cinayetleri kader değildir. Bu ülkenin kadınları kaderine terk edilemez. Bu bir çağrıdır: Ya yaşamı seçeceğiz, ya suskunluğumuzla ölüme ortak olacağız.

4. Ataerkil Kültür ve Dini Söylemler

Kadın cinayetlerinin kültürel boyutu da göz ardı edilemez. Ataerkil aile yapıları, erkek egemen değer sistemleri ve dini inançların yanlış yorumlanması; kadının bedenini, kararlarını ve yaşamını denetleme hakkını erkeklere verdiği yanılgısını doğuruyor. Bu zihniyetle yetişen bireylerin olduğu toplumlarda, kadın cinayetleri sadece “kişisel öfke patlamaları” olarak değil, bir “hak arayışı” olarak bile görülebiliyor. Bu ise çok daha tehlikeli bir normalleşmeye işaret ediyor.



5. Yargı ve Ceza Sistemi: Caydırıcılık Zafiyeti

Cinayet faillerinin çoğunun ceza indirimi aldığı, bazı davalarda ise yargılamaların uzun sürdüğü ya da yeterince şeffaf yapılmadığı biliniyor. İyi hal, haksız tahrik gibi uygulamalar, cinayetleri önlemede caydırıcılığın ortadan kalkmasına neden oluyor. Bu da faili cesaretlendiriyor, mağduru ise daha da korumasız bırakıyor.



6. Yerel Yönetimler ve Sivil Toplumun Rolü

Kadına yönelik şiddetin engellenmesi yalnızca merkezi hükümet politikalarıyla değil, aynı zamanda yerel düzeydeki müdahalelerle de mümkündür. Belediyelerin kadın sığınma evleri, danışma merkezleri ve farkındalık çalışmaları gibi politikaları bu bağlamda kritik öneme sahiptir. Ancak ne yazık ki, birçok ilde olduğu gibi Diyarbakır’da da bu alanlarda yeterli kurumsal kapasite bulunmamaktadır.


Sonuç:

Kadın cinayetlerini azaltmak, toplumsal dönüşüm ve siyasal irade gerektirir. Bunun için;
• İstanbul Sözleşmesi yeniden yürürlüğe girmeli,
• Toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi yaygınlaştırılmalı,
• Ekonomik ve hukuki koruma mekanizmaları güçlendirilmeli,
• Dini ve kültürel söylemler şiddeti meşrulaştırmayacak şekilde yeniden ele alınmalıdır.

Diyarbakır’da yaşanan ölümler, sadece bireysel trajediler değil; sistemin suskunluğunun, ihmalkârlığının ve toplumsal çürümenin birer göstergesidir. Bu ölümler önlenebilirdi. Bu yüzden, bu cinayetler sadece adliyede değil, vicdanlarda da yargılanmalıdır.

SEVGİYLE … :)

Av. Güler KOÇYİĞİT

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.