KAFAMDAKİ SENDE KALABİLMEK

Ayşegül Kunuguş

Tarih boyunca şiirlere, romanlara, efsanelere konu olmuş kahramanlar… Uğruna şehirler yıkılan, ülkeler kurulan, ittifaklar kurduran birliktelikler… Dişiliğin ve erilliğin simgeleri, mitolojik varlıklar… Ve tüm bunların merkezine yerleşmiş bir duygu: aşk. Yanılsamalar, aldanmalar, kızgın çöller ve kör kuyularla dolu bir yolculuk.

Evrenin en bilinçli varlığına layık görülen insanı, kendi insanlığından eden karmaşık bir duygular zinciri… Her şey, bazen ilk bakışta, bazen zamanla oluşan bir çekimle başlar.

Enerjisel bir uyumun, görünmeyen bir çağrının ardından gelir kelimeler… Ortak bir dil oluşur; birlikte kalabilme arzusu bir dürtüye dönüşür.

İlk zamanlarda karşı tarafı mutlu etmek tek amaçtır. Havan değişir, suyun değişir, frekansın değişir — hatta kalp atışların… Birlikte anı paylaşmak her şey olur. Ve bu yoğunlukta, onda kalabilmek adına birçok şeyden vazgeçilir.

Oysa aşk, dışta değil içeride yaşanacakken; benlikteki beklentilere, korkulara, alışkanlıklara teslim edilir. Bilinçaltı onu analiz eder, kalıplara sokar, roller biçer… Ve zamanla, o en saf haliyle gelen duygu, sıradanlaşmaya başlar. Zihinde kurulan o sihirli tacın yıldızları birer birer solmaya başladığında, karşımızdaki kişi artık “olmasını istediğimiz” değil, “olduğu haliyle kabul edemediğimiz” biri olur. Kaygı başlar. Endişe çoğalır. “Acaba”lar büyür içinde… “Sadece mutlu olacaktık” düşüncesi anlamını yitirir.

Ve sonun yaklaştığını hisseden insan, vicdanını temize çekmek ister. Suçlayacak nedenler arar, etiketler üretir. “Biz” çözülür. “Sen” ve “ben” bölünür. Ve tam da burada, kafamdaki sende kalabilmek arzusu, gerçekte senin kim olduğunu unutturmaya başlar.

Sahip Olmak mı, Anda Yaşamak mı? Nedir insanoğlunun asıl arzusu? Gerçekten aşk mı? Yoksa aşkı yüklediği kişiye sahip olma isteği mi? Birine ait olmanın verdiği o güven duygusu mu, sürekli bir ilişkinin içine sürükleyen? Her ayrılıkta özlenen gerçekten o kişi mi? Yoksa onun yanındayken hissettiğimiz “âşık hâlimiz” mi?

Belki de çoğu zaman aşkı değil, bizde bıraktığı izleri arıyoruz. Ona değil, onda hissettiğimiz kendimize tutunuyoruz. Tanımak istediğimiz kişi gerçekten karşımızdaki miydi? Yoksa zihnimizde yarattığımız, içsel yansımalardan ibaret bir hayal mi? Peki ya siz… Kafanızdaki kişiyi gerçekten tanıdınız mı?

Ayrımı yapabilmeli insan. Kafamdaki kişi o muydu? Neye sahip olmak istedim? Sevginin, fedakârlığın ve birlikteliğin hissettirdiği duyguya mı? Yoksa bu duyguyu anda yaşamaya mı? Belki de onu “eş” olarak içimizde var etmeye çalıştık. Kendimize ait bir tanrı, bir yoldaş, bir tamamlayıcı inşa ettik fark etmeden. Çiçeğe, ağaca, hayvana âşık olup da onu sahiplendiğimizde, farkında olmadan bir minnet bekliyor içimiz. “Mamasını verdim, suyunu koydum, güneşini de aldı… Aşk yaşadım!” diyor bir yanımız. Ama iş insana geldiğinde — yani aynaya dönüp kendimize baktığımızda, duvara çarpıyoruz. Çünkü insan: Aşkı içinde barındıran… Sadece yemekle, suyla ya da biraz ilgiyle doymayan… Söz hakkı olan, itiraz eden, gelişen…

Kimi zaman kendi meyvesini bile paylaşmak istemeyen bir varlık. İlk deneyim için ne zor değil mi? Hayatı akışa bırakabilmek… Bir dahaki baharda meyve verir miyim kaygısı taşımadan, köklerine güvenerek yaşamak… Deniz mi daha mavi, gökyüzü mü? diye tartışmayan doğayla bir bütün olmak.

Yaşamak… Belki de sadece yaşamak… Anda kalmak… Nefese odaklanmak… Varoluşunun sessiz kanıtına tutunmak… Sessiz, dingin ve sadece “varoluşun kabulünde” kalmak. Kavramlardan sıyrılmak… Etiketleri yırtmak… Beklentileri bir kenara bırakmak… Teslim olabilmek… Belki de hâlâ deniyoruz. Belki de en gerçek aşk, önce kendimizle başlamakta saklı…

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.