Kalıplar Yıkıldığında Siyaset Başlar

Murat AKBAŞ

Türkiye’nin yakın dönem siyasal tarihinde, birçok aktör sahneye çıktı, bazıları sessizce çekildi, bazıları ise rollerini tahmin edilenden çok daha dönüştürücü bir biçimde oynadı. Devlet Bahçeli’nin, özellikle Kürt sorununun çözümüne dair reform, yeni anayasa ve yeniden inşa tartışmalarında oynadığı rol; yüzeysel okumalara sığmayan, fakat derinlemesine analiz edildiğinde Türkiye siyasetinin yapısal kodlarını sarsacak türden bir dönüşümün ipuçlarını sunuyor.

Yıllar boyunca devlet aklının mutlak temsilcisi olarak görülen yapılar, “beka” söylemiyle tahkim edilmiş politikaları sürdürürken; ulus-devletin bekasını çoğunlukla inkâr, asimilasyon ve baskı üzerinden temellendirdiler. Ancak günümüzde, aynı aktörler artık “beka” kavramını, anayasal reform, müzakere ve çoğulculuk üzerinden tanımlayabiliyor. Bu, yüzeyde bir çelişki gibi görünse de, aslında Türkiye’nin kurucu siyasetinin yeni bir evresine geçişini işaret ediyor. Değişmeyen bir ideolojik çizginin değil, tarihin ve toplumsal baskının zorladığı bir evrimin izlerini taşıyor.

Devlet Bahçeli’nin son dönem açıklamalarında sıkça vurguladığı “yeni anayasa”, “demokratik birlik”, “kapsayıcı vatandaşlık” gibi kavramlar; sadece teknik terimler değil, aynı zamanda bir siyasal hafızanın yeniden yazımıdır. Devletin kendini yeniden tarif ettiği bu süreçte, Kürt sorununu salt bir güvenlik meselesi olmaktan çıkarıp, bir hak ve demokrasi meselesi olarak ele alma eğilimi, klasik devlet reflekslerinin aşılabileceğine dair güçlü bir işarettir.

Bu noktada, asıl sorumluluk Kürt siyasetinin omuzlarındadır. Zira karşısında ilk kez, söylem düzeyinde de olsa çözüm iradesi gösteren hegemonik yapılar belirmiştir. Ezberlerin bozulduğu bu zeminde, Kürt siyaseti de kendi ezberlerini gözden geçirmek zorundadır. Mücadeleyi yalnızca muhalefet üzerinden değil, yapıcı bir özne olarak da kurgulamak; sadece eleştiren değil, kuran ve öneren bir politik aktör olmak, bugünün tarihsel zorunluluğudur.

Burada altı özellikle çizilmesi gereken bir gerçek var: Kürt sorununu çözümsüzlüğe mahkûm eden en önemli faktörlerden biri, her iki tarafın da kalıplaşmış, değişmez kabul edilen pozisyonlara saplanmış olmasıdır. Devlet için “üniterlik” tartışılmaz bir kırmızı çizgiye, Kürt siyaseti içinse “direniş” değiştirilemez bir kimlik formuna dönüşmüştür. Oysa siyaset, sabit pozisyonlarda ısrar değil; değişen koşullarda yeni olanaklar yaratma sanatıdır.

Ezberci yaklaşımlar, sorunun dinamik doğasını görmezden gelmiş; onu tarihsizleştirip, yalnızca bir güvenlik meselesine indirgemiştir. Bu da sorunu kadükleştirmiş; çözüm yollarını daraltmakla kalmayıp, toplumsal tahayyülü de kısıtlamıştır. Çözüm sürecine karşı çıkan reflekslerin en temel besin kaynağı da, bu donmuş zihin haritasıdır. Aynı şekilde, devletin her açılımını “oyun” olarak değerlendiren yaklaşımlar da, çözüm ihtimallerini başlamadan tüketmiştir.

Toplumsal dönüşüm, çoğu zaman tarihin dayattığı zorunluluklar üzerinden şekillenir. Değişim, sadece istemekle değil, karşılıklı risk almakla mümkün olur. O yüzden, devletin belli kanatlarının bu kez çözüm yönünde adım atması, Kürt siyasetinin de alışkanlıklarını terk etmesini gerektiriyor. Bu yeni denklem, ne bir uzlaşmanın sonucudur ne de bir teslimiyetin. Bu, tarihsel sorumluluğu üstlenme cesaretinin bir yansımasıdır.

Yüz yıl önce kurulan cumhuriyetin tekçi kodları artık çözülüyor. Ve bu çözülme süreci, sadece merkez siyasetin değil, tüm muhalif yapıların da kendini yeniden tanımlamasını zorunlu kılıyor. Bugün yapılacak olan, bu tarihsel kırılmanın fırsata çevrilmesi ve barışçıl bir gelecek tahayyülünün, radikal bir özgürlük siyasetiyle yoğrulmasıdır.

Ve unutulmamalıdır ki; bazı devrimler sessiz olur. Gürültüyle değil, ezberlerin terk edilmesiyle başlar.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.