Ekonomiyi çoğu zaman rakamlarla konuşuyoruz: Enflasyon yüzdesi, kur seviyesi, faiz oranı, büyüme verisi… Ancak asıl hikâye, bu rakamların insan davranışlarını nasıl şekillendirdiğinde saklı. Bugün Türkiye’de yaşadığımız ekonomik tabloyu en iyi özetleyen şey ise tek bir kelime: güvensizlik.
Kasapta, markette, galeride, hatta sokaktaki simitçide bile aynı cümleyi duyuyoruz: “Abi fiyatlar haftaya değişir.” Bu belirsizlik psikolojisi, vatandaşın en temel ekonomik reflekslerini bozuyor. Normal koşullarda ihtiyaçlarımız doğrultusunda tüketim yapmamız gerekirken, artık “yarın daha pahalı olur” kaygısıyla erken alım yapıyoruz. Ekonomi literatüründe buna “enflasyon beklentisinin davranışlara yansıması” deniyor; halk diliyle ise “ne olacağı belli değil, al gitsin.”
Otomobilin yatırım aracına dönüşmesi, ev eşyasının bile “değer saklama aracı” olarak görülmesi, bozuk para basımının bile durduğu bir ekonomi… Bunların her biri aslında başka bir şey söylüyor: Ekonomik düzen, öngörülebilirlikten uzaklaştıkça toplum gündelik hayatında olağan olmayan kararlar vermeye başlıyor.
Bu güvensizlik duygusunun en tehlikeli yanı ise alışkanlığa dönüşmesi. Türkiye, ekonomik krizler karşısında refleks geliştirmiş bir toplum. Ancak bu kez mesele sadece kriz değil, geleceğe dair ortak bir güven duygusunun erozyona uğraması. İnsanlar fiyatların düşeceğine, gelirlerinin artacağına, alım güçlerinin korunacağına inanmadan ekonomik iyileşme mümkün değil.
Ekonomi yönetimleri değişir, politikalar revize edilir, faiz indirilir ya da artırılır… Bütün bunlar teknik kararlar. Ama ekonominin en hayati yakıtı teknik değil psikolojiktir: Güven.
Bugün belki hiçbirimize “yarın daha ucuz olacak” hissi verilmiyor, ama belki de ihtiyacımız olan ilk şey, yarın hakkında endişe duymadığımız bir ülke hayalini yeniden kurabilmek.
Çünkü ekonomik iyileşme ancak rakamlarla değil, zihniyetle başlar.