Doğa Enerji Ve İnsan
Bir gün, toprağın üzerine serilmiş çimenlere uzandı. Gökyüzü, sonsuzluğun yüzeyi gibi maviydi. Ağaçlar, rüzgarla fısıldaşıyor; yapraklar, sanki hafızanın içinde unutulmuş bir dili konuşuyordu. O an hissetti: Doğa, canlıydı. Hem de bizden çok daha uyanık, daha uyanmış bir biçimde…
Ama neden insan, bu büyük canlılığın ortasında bu kadar yalnız hissediyordu?
Ağaç büyür, meyve verir, sonra yaprak döker. Ne şikayet eder ne de geçmişe takılır. Güneşi yetersiz bulmaz, yağmuru fazla görmez. O sadece olur. Doğar, büyür, dönüşür. Bir çiçek, kendisini “başarısız” ya da “yetersiz” ilan etmez. O, açıp solmanın bilgeliğine sahiptir.
Peki insan neden bunu başaramaz? Çünkü insan, kendisini doğanın dışında bir özne olarak görür. Oysa biz de o çiçek kadar toprakla yoğrulduk, suyla beslendik, güneşle ısındık. Biz de doğanın bir devamıyız ama bunu unuttuk.
Enerjiyi Kaybetmek mi, Enerjiyle Bağ Kurmak mı?
Enerji nedir? Bilim bize hücrelerden, genetik dizilimden ve sinirsel bağlantılardan söz eder. Fakat çiçeklerin bir sabah vakti neden “güne dönük” uyandığını açıklamakta zorlanır. Kuşların göç yollarını nasıl hatırladığını, denizin neden dalga dalga insanın içini dinlendirdiğini… İşte tam orada başlar enerjinin hikâyesi. Enerji, belki de doğayla kurduğumuz o sessiz anlaşmadır. Bir yaprağın düşüşüne şahit olduğumuzda içimizde uyanan “bilinçsiz hatırlama”dır. Bir dağın görkeminde kendimizi küçücük hissettiğimiz o anda enerji yeniden bizimle konuşmaya başlar. Ama biz çoğu zaman o sesi duyamayız; çünkü zihnimiz çok gürültülüdür.
Neyi kaybettik? Neyi yitirdi insan, betonun yükseldiği, ekranların ışıldadığı şu çağda? Kendi ritmini kaybetti önce. Güneşin doğuşuyla uyanmayı, ay ışığıyla dinginleşmeyi unuttu. Zamanı, kalbinin atışında değil; dijital takvimlerde ölçmeye başladı. Sessizliği unuttu. Sadece dışarıyı değil, içini de gürültüyle doldurdu. İnsan; kendine, birbirine ve doğaya yabancılaştı. Sonra yalnızlaştı. O yalnızlık, artık ruhunu hissedemez hale gelmenin acısıydı belki de.
Yeniden Bağ Kurmak: İçsel Bir Farkındalık
Bir çözüm var mı? Elbette. Ama bu çözüm, dışarıda değil. Bir kitapta, bir öğretide, bir cihazda bulunmaz. O çözüm, içsel bir hatırlamadır ve görmedir. Bir ağacın gövdesine dokunurken, onun köklerini duyumsamak… Rüzgar estiğinde, onun taşıdığı hikâyeleri duyabilmek… Kendine sormak: “Ben bu doğanın neresindeyim? Bu yaşam dansında nasıl bir adımım var?” Ve belki de en önemlisi: durmak. Sadece durmak. Hiçbir şey yapmadan, sadece olmak. İnsan, doğaya döndüğünde kendine döner. Çünkü insanın kendisi fark eden doğadır. Kendine döndüğünde, ruhuna yeniden bağlanır. Ve o zaman, belki de çiçekler gibi sessizce gülümsemeyi öğrenir. Belki de kuşlar gibi kaygısızca göğe süzülmeyi… Ya da sadece bir taş gibi, olduğu yerde sabit kalabilmeyi.
Doğa canlıdır. Ama onun canlılığı, bizimkinden farklıdır: Sessiz, uyumlu, kendinden emin. Biz de bir zamanlar öyleydik, hatırla. Doğaya sırtımızı dönmeden önce, kendi içimize yabancılaşmadan önce. Ve şimdi, yeni bir hatırlayış başlasın. Çünkü belki de en büyük dokunuş, kaybettiğini sandığın şeyi… aslında hiçbir zaman kaybetmediğini fark etmektir.