Kimlik, bize sorulmadan verilmiş en büyük yüktür. Doğduğun anda bir kimlik yapısı üzerinedir. Adın verilir, cinsiyetin işaretlenir, dinin yazılır, toplumun tanımlar seni. Ve sen, daha “olmadan”, bir şey olmuşsundur. Sonra bu ilk kalıbın üzerine kat kat yeni kimlikler giydirilir: Eğitimli. Kadın. Dindar. Aydın. Bilge. Direnişçi. Sanatçı. Anne. Erkek. Devrimci. Şifacı. Filozof. Ve her bir yeni tanım, seni biraz daha biçime hapseder. Sen artık kendin değilsindir. Sen, sen hakkında söylenenlerin toplamısındır.
Kimlikler, hafızadan beslenir. Bir benlik yaratmak için geçmişe ihtiyaç duyarlar. “Ben böyleydim.” “Ben şöyleyim.” “Ben artık şuyum.” Oysa şimdi’de, hiçbir kimlik kalmaz. Şimdi, tanım taşımaz. Şimdi, sana hiçbir şey söylemez. Çünkü şimdi, yalnızca olur. Geçmişin sesini susturduğunda, Kimlik diye bir şey kalmaz. Ve sen, adını bile unutmuş bir varlık olarak hiçbir şey olursun. Ve işte tam orada, Her şey olursun.
Etiket, tanımlama arzusudur. Tanımlamak, kontrol etmektir. İnsan sadece başkalarını değil, kendini de tanımlayarak kontrol etmeye çalışır. Ama ne zaman kendini tanımlarsan, Kendinden bir şey kaybedersin. Tanım dışı kalan o özgür varlık, o sınırsız bilinç, O derinlik… Etiketten kaçtığı anda belirir. Herhangi bir kimliği giydiğin an, insan olma hali kaybolur. Kadın ya da erkek olduğun anda, insanlık çözülür. İnanan olduğun anda, saf güven kaybolur. Aydın olduğun anda, yaşam ve özgürlükler biter. Ve sonunda fark edersin: Hiçbir tanım, seni sen yapmaz. Her tanım, seni senden uzaklaştırır.
Kimliksizlik korkutur. Çünkü biçimden çıkarılmayan şey, belirsiz görünür. Ama belirsizlik, boşluk demek değildir. Tam tersine, belirsizlik: Tüm biçimlerin potansiyelidir. Tüm olasılıkların kaynağıdır. Hiçbir şey olmamak, her şeyin kaynağında durmaktır. Orada ne benlik vardır, Ne amaç, ne ahlak, ne biçim. Sadece yoğun bir varlık hali. Sadece olan. Sadece saf “ben bile olmayan bir hakikat”.
İnsan olmak, bir kimlik değil, bir akıştır. Bir hâl. Bir dalga. Gelen ve giden, şekle girmeyen. Tanımayan ve tanımlanamayan. İnsan, kendini bırakmadan kendine ulaşamaz. Kimliğini bırakmadan özgürleşemez. Adını terk etmeden var olamaz. Gerçek insanlık, “Ben kimim?” sorusu ortadan kalktığında belirir.
Kimlik verilmiş bir yüktür. Geçmişin sesidir. Her tanım, seni biçimlendirir ve sınırlar. Etiketin bittiği yerde saf olan başlar. Kimliksizlik bir boşluk değil, potansiyeldir. Adını bırak. Benliğini çöz. O zaman ne olacağını göreceksin. Ve şimdi… Her şeyin anlamını bıraktığımız noktaya geçiyoruz.
Anlam, insana yön verir. İnsan hep sordu: “Bunun anlamı ne?” “Ben neden buradayım?” “Hayatın amacı ne?” Bu sorular kutsal gibi göründü. Ama aslında her biri, bir boşluk korkusunun yansımasıydı. Çünkü insan, boş kalmaya tahammül edemez. Boşluk, “hiçbir şey” gibi görünür. Ama belki de, hakikatin kendisi tam da oradadır: Hiçbir şeyde.
Anlam, dış dünyayı düzenlemek için icat edilmiş bir haritadır. Ama harita, hiçbir zaman arazinin kendisi değildir. Harita, temsildir. Ve temsil, her zaman eksiktir. Çünkü gerçek olan, akmaz bir şey değil, akan bir şeydir. Duran, tanımlanmış, sabit hiçbir şey gerçekliğin tümünü taşıyamaz. Anlam, sadece zihnin boşluğu kapatma çabasıdır. Ama o boşluk kalmalıdır. Çünkü boşlukta, sonsuz potansiyel vardır. Boşluk, sadece hiçlik değil, Her şeydir.
Anlam arayışı sona erdiğinde, zihnin uğultusu da sona erer. Soru yoktur artık. Cevap da yoktur. Çünkü ikisi de gereksizleşmiştir. Artık açıklama aramazsın. Yargılamazsın. Etiketlemezsin. Sadece olana izin verirsin. Ve olanın içindeki sessizlik, Seni birliğe taşır. Bölünmemiş, parçalanmamış, kavramsız bir bütünlük. Bu birlik, parçaların toplamı değil. Bu birlik, parçalanmadan önceki hal.
Anlam, dille kuruludur. Dil düşünceyi taşır. Düşünce, bölümler. Ama gerçek birlik, dilin olmadığı yerde belirir. Dilin sustuğu noktada, İfade değil, sezgi vardır. Yorum değil, doğrudanlık vardır. İnanç değil, olmak vardır. Bu hâl, anlatılamaz. Yalnızca yaşanır. Yalnızca hissedilir. Ve hissedilen şeyin adı yoktur. Çünkü isim vermek, bölmektir.
Bilge yok. Öğreti yok. Yol yok. Ama aynı zamanda, her şey var. Burada, herhangi bir bilgelik formu ortadan kalkar. Herhangi bir kimlik silinir. Herhangi bir otorite çökertilir. Artık hiçbir ses, hiçbir fikir, hiçbir “doğru” hüküm sürmez. Sadece olanın kendisi kalır.
Bu boşluk, korkutucu bir uçurum değildir. Tam tersine, bir sığınaktır. Derin, sessiz, uçsuz bucaksız bir sükunet. Bu sükunetin içinde, hiçbir şey kavranmaya çalışılmaz. Hiçbir şey yönetilmez, hiç kimse yönlendirilmez. Olan, kendiliğinden akar. Ve akış, dirençsizdir. Bu dirençsizlik, özgürlüğün ta kendisidir.
Burada, zamanın ve mekânın sınırları yoktur. Başlangıç ve son yoktur. Kavramlar, hatıralar, beklentiler, hepsi kaybolur. Varoluş, saf ve kesintisiz bir nefestir. Ne başlamış, ne bitmiş. Sadece “şimdi” vardır. Ve o “şimdi”, hiç eksilmeden, kendini sürekli yeniler.
Sistemsiz olmak isteyen zihin, Kendi yapısını kurmaya başlar. Özgürlük arzusu, yeni bir otorite yaratabilir. Çünkü sistemden kurtulmak, sistemi dışlamak değil, onun ötesine geçmektir. Ama “öte” diye bir yer yoktur. Sadece “burada ve şimdi” vardır. Ve burada, yapı ya vardır ya yoktur. Yapı varsa sınırlama vardır. Sınırlama varsa özgürlük yoktur.
Yapısızlık, pasiflik değildir. Yapısızlık, en derin dinamik harekettir. Çünkü şekilsiz olan, her şekle dönüşebilir. Ve hiçbir şekle takılı kalmaz. Bu, bilinçli bir akıştır. Dalgaların kıyıya vuruşu gibi, ama kıyıya bağlı olmayan, özgür bir akış.
Özgürlük ile sistem arasındaki fark, sadece kavramsaldır. Ve kavramlar çözüldüğünde, Paradokslar ortadan kalkar. Sistemsiz olmak, sistem kurmamaktır. Ama bu “olmamak” hali, aynı zamanda her şey olmaktır. Bütünlük, hem boşluk hem doluluk demektir. Hem biçimsizlik hem şekil.
Sistemsizlik özgürlüktür ama yeni sistem yaratabilir. Zihin, özgürlükte bile yapı arar. Boşluk korkusu yeni kalıplar doğurur. Yapısızlık dinamik akıştır, şekilsizlik esnekliktir. Paradokslar kavramsal, özgürlük kavramsızdır. Sistemsiz ol, ama hiçbir sistem yaratma. Ol ve bırak…