Koverta

Zeynel Hebun Güler

Yürüyorum. Karanlığı delerek yavaşça hareket eden; simsiyah, boyası yer yer sökülmüş bir geminin güvertesinde yürüyorum yavaşça. Attığım her adımda gemiyle birlikte dalgalanıyorum amansız suların ortasında. Şimdi, okyanusun ortasındaki bu gemi batarsa ben de batarım ve kaybolurum belki de suların içinde diye geçiriyorum içimden. Bu düşünceyle birlikte özlüyorum evimi ve bir kez daha anlıyorum ki insanın yuvası, kendini güvende hissettiği yerdir. Gökyüzünde yıldızlar, hüzünle dalgalanıyor uzay boşluğunda ve istemsiz bir düşünce rüzgarına teşvik ediyor beni. Güvertenin dört bir yanında devasa kargo paketleri, tüm dalgalardan bihaber gibi hareketsiz yatıyorlar. Etrafında kırmızı şerit bulunan, geminin iki bacasından yoğun bir duman savruluyor gökyüzüne. Karanlığın içinde bile belli ediyor kendini bu devasa dumanlar. Tüm insanlar kamaralarına çekilmiş uyuyor ve bundan dolayı her yerde zifiri bir sessizlik hakim. Bir bebek ağlaması geliyor kulağıma inceden, gemideki insanların varlığını kanıtlarcasına dağılıyor dört bir yanda bu ses.

Ben hâlâ yürüyorum. Üzerimde dizlerime kadar uzanan, yakası tüm boynumu kaplayan ve yıllardır geçirdiğim birçok kışın izini taşıyan kahverengi bir palto. Ellerim ceplerimde, boş bakışlarla sadece yürümek istiyorum. Duvara yaslanmış, elindeki yarasını sarmaya çalışan bir adamın önünden geçiyorum. Gemideki halatlardan dolayı yaralanmış olduğu düşüncesi yerleşiyor içime. Birine karşı bir fikir oluşturmak ne de kolaydır insan zihni için. Ama bu bizim suçumuz değil diye düşünüyorum; çünkü tüm önyargılar istemsizce oluşuyor ve aslında psikolojik tahlillerin en büyük destekçisi de bu durum.  İnsan, fikirleri ve bedeninin istekleri arasında mekik dokuyan bir köledir. Peki ya insan zihinden mi ibarettir yoksa bedeninden mi? Şüphesiz, insanı var eden zihni ve düşündükleridir. Bir gece yarısı, tam olarak nerede olduğunu bilmediğim bir geminin güvertesinde düşünüyorum tüm bunları. Aslında bu da düşüncelerden ibaret olduğumuzun bir kanıtı.

 Duruyorum ve geminin korkuluklarına yaslanıp önümde uzanan okyanusu seyretmek istiyorum aniden. Geminin korkulukları, hava şartlarından dolayı kir pas içinde kalmış ve elimi yasladığım an soğuk bir ürperti kaplıyor her hücremi. Beni kendime getiren âni bir ürperti. Çevreyi gözlemek istiyorum nedensizce. Ama karanlığın ötesini göremiyor gözlerim. İnsan, doğaya karşı ne çaresizdir! Mucizevi olduğunu düşündüğümüz duyular, doğanın gücü karşısında aniden yitiriveriyor tüm özelliklerini. Karanlık bir gecede kör, ıssız bir yerde sağır hissediyoruz kendimizi. Kısacası duyularımızın işlevi bile doğanın elinde.

 Gökyüzüne bakıyorum yavaşça; bir saniye bile aksamadan hareket eden gezegenler, ucu bucağı hâlâ keşfedilmemiş sonsuz uzay boşluğu, evsizlerin sokak lambası yıldızlar ve kim bilir bilinmeyen kaç çeşit cisim... Hepsi bir düzen içinde hareket ediyor, hepsi bir amaca hizmet ediyor besbelli. Peki ya insanoğlu? Tüm bunların ortasında birbiri ardına gelip geçen insanlar, bir tesadüfün mü eseri? Yoksa her bir insan önemli mi evrendeki her ufak hareket kadar?

 Tüm bu düşüncelerden sıyrılırken, saatlerdir ortada gözükmeyen Güneş’in ilk ışıklarının gelmeye başladığını fark ediyorum. Vakti geliyor derin bir vazgeçişin. Düşüncelerime ayırdığım son bir gecenin ardından vakti geliyor evrenin en ufak zerrelerine karışmanın. Geminin korkuluklarında buz kesilen ellerimle sırtımda duran tabancayı alıyorum. Yine buz kesiyor ellerim. Tabancanın ardından, beni koruyan korkulukların soğuk hissiyatı daha bir sıcak geliyor ve dayıyorum gücüyle boyutu arasında müthiş bir tezat olan namluyu anlıma. Ben, adını bilmenize dâhi lüzum görmediğim adam, 1900’lü yılların başında pamukların içine doğduğum bu dünyadan paslı bir gemiyle gidiyorum!

Zeynel Hebun Güler