Suriye’de ortaya çıkan YPG/SDG kazanımları, sadece sınırın ötesinde bir siyasi başarı değil; aynı zamanda Kürtlerin yıllardır arzuladığı onurlu bir ortak yaşamın simgesidir. Ama ne acıdır ki, Türkiye bu kazanımları kendi güvenliği için bir tehdit olarak gördü. Oysa aynı Türkiye, Şam’da HTS gibi yapıları pragmatik nedenlerle kabulleniyor, onlarla yakın ilişkiler kurabiliyor. Bu çelişki, sadece stratejik bir hesap değil; vicdanımızı sarsan bir adaletsizliktir.
Suriye’nin “Arap Cumhuriyeti” olarak görülmesi, tarih boyunca bu topraklarda var olmuş Kürtlerin, Süryanilerin, Alevilerin, Dürzîlerin ve Ermenilerin kimliklerini yok sayıyor. “Syria” isminin Süryani köklerden geldiğini hatırlamak, bu toprakların gerçek tarihini unutmamak demektir. Bu çoğulluk, yok sayıldıkça, öfke ve kırgınlık da büyüyor.
Kürtler bu topraklarda ayrı bir devlet istemiyor; Türklerle birlikte yaşamayı, eşit ve onurlu bir şekilde var olmayı arzuluyor. Her sınır duvarı, her operasyon, her tehdit algısı bu iradeyi sınamaya çalışıyor. Ama Kürtler hâlâ umutlu; hâlâ birlikte yaşamak istiyor. Ve bu umut, sessiz bir direniş gibi kök salıyor yüreklerde.
Türkiye’nin, Kürtlerin dünyadaki her kazanımına karşı refleksi, yalnızca siyasi bir mesele değil; toplumsal barışın önündeki en büyük engeldir. Eğer barış gerçek anlamda yeşerecekse, bu ancak Kürtlerin ve Türklerin birbirine duyduğu güveni, eşitliği ve onuru görebildiği bir ortamda mümkün olabilir.
Kürtler, bu ülkenin yükü değil, umudu olabilir. Yeter ki varlıkları tehdit değil, zenginlik olarak görülsün. Yeter ki çocukları eşit yurttaşlık hakkına layık görülsün. O zaman Türklerle Kürtlerin birlikte yaşayacağı bir gelecek yalnızca mümkün değil, aynı zamanda kaçınılmazdır. Çünkü bu toprakların kaderi ayrılık değil, ortaklık üzerine yazılmıştır.