Mardin tepesinden dökülen acıdır

Abdurrahim Kılıç

Kalan sizsiniz kırık kanatlarınızdan, dedi bir derviş. Ne Zümrüd-ü Anka kül yığınlarında ne Simurg yorgun Kaf’ın ardında. Dağlar siste kendidir, insan rüyada.Sözleriniz nehir değilse bırakın gitsin, kalan sizsiniz.Vakit çan sessizliği, kılıç şakırtısı. Kalmadı bir şey sizden, Habur’da tökezleyen bir at nalı ve boynu kırılan bir derviş sadakati emanet size. Bir de daracık taş sokakları Mardin’den.

Uyuyan sulara kancalanmış bir ömür benimkisi, dedi bir derviş sulara eğilerek. Sular ki unutmuş bir dağın göğsüne yaslanmayı, sular ki ağzı sulanıyor bulutlardan. Sular ki sesime benziyor, öyle anımsa! Biraz önce geçmiş sızı, biraz önce yere düşmüş İbrahim, biraz önce karılmış harcım, biraz önce kurulmuş mizan. Şad Buhari biraz önce inmiş Mardin Kalesi’nden Babil’in asma bahçelerine,Darius biraz önce sarnıcına akıtmış haram suları.

Gündüzünekırılan Mardin direnmenin dağıdır, dedi bir derviş bulutlara dalarak.Bir tutam tevekkül, bir salkım isyanla anılmalı, sence de öyle değil mi?Yenilmiş mızraklar, denenmiş isyanlarla ve de hırçın kuşatmalarla… Ne evdal, ne seyyid, ne Pers ne Süryani, dağına akanBethKadişe, yarasına sarınmış Zinciriye ile anılmalı. Gecesine devrilen Mardin uslanmanın dağıdır, dedi, gördüm.

Gül hep bir umudu emzirir, dedi bir derviş gül yanarak uzaklara. Hangi gül aşk yanığı değil ki!Hangi gül gözyaşı sadakası değil ki?Hangi Süryani peygamberinden davacı, hangi Asuri, Mardin tepesinden dökülen acı değil ki?Gözüme bakıp dedi bir derviş: Gül, hep bir yarayı emzirir, Süryani her acıyı.

Gölgesi var eder bir şeyi, dedi bir derviş sarınarak gölgesine. Seni her gün güzelleşen yokluğun var ediyor. Ne acayip iştir öyle!Nasıl da benziyorsun Mardin’e. Külleri hep sıcak, atları hep bedevi, zincirlerihep kör düğüm. Mavi kıvılcımlarıyla atlılar, çılgın koşumlarıylagazelhanlar gölgelerini vurdularyüzüme. Gölgelerini vurdu nakkaşlarDeyr-ülZaferandanKasımiye’ye. Gölgelerini sürdüler Kamışlo üzerindenKoser Ovası’na tuhaf atlılar. Oysa adın vardı, gecesini bile güzelleştiren bir adın, yüksek bir dağın yanağında duruyor gölgesi.

Ecza dolabında saklı zehir, nasıl sevilir, dedi bir derviş yutkunarak zehrini. Zarif kelimeler, bir heveste saklı lekeler, çoğala çoğala seni kendinden geçiren nevruz, nasıl sevilir? Zehrimi sana bırakıp, kanımı kelimelere akıtıp kavmime dönsem, bakın bu ecza, bakın bu sır, bakın bu abdal desem, sonrası Mardin’e gitsem yüzümüHezkir peygamberin izine sürsem, ben geldim, oğlun,bin yılın öksüzüyüm diye haykırsam, ah haykırsam…

Heybeleriniz dolu, atlarınız doru, çerçeveleriniz boş, ezgileriniz dağınık, biliyorum, dedi dervişkalbinin kalayını kararak.Yedi kırgın derviş, yedi kez dergahıma tozlarını bıraktılar.İndiğim yarda Yakup, yandığım dağdanacarağlıyor, bunu da biliyorum.

Yol nerede biter bilmiyorum, dedi bir dervişkırarak hasretin testisini. Ama tüm yollar günlerimden geçiyor, olmadığım günlerin şerrinden geçiyor. Kimin eşkali berat, kimin eşkali Sırat şimdi? Taşların dilinden ve şerrinden beni koruyan Allah’ım, kimindağı bu dağ, kimin ülkesi bu toprak artık bilmiyorum.

Tohum çatlar mı toprak olmadan, dedi bir derviş ağlayarak.Kumların fısıltısıdöl taşır mı çığlık olmadan?Yıldızların rengini inleyerek yazar mı bir hattat?Karanlık eşitler mi her şeyi? Dağıt tüm kilitli kapılara bana pay düşen zevahiri, dağıt biraz Asuri, biraz Kürt, biraz Osmanî.

Artık aşkla bakamam, ne sana ne Mardin’e! Eksik bir harf var hayatımda, say ki elif, dedi bir derviş abanarak hırkasına. Remiller atıldı, suretler okundu, efsunlar döküldü. Çok eski bir ağıttan, çok söylenmiş bir meselden, kalbime işlenmiş bir ayetten artık aşkla bakamam. Bakamam çok susulmuş bu aşklara. Bakamam Mardin’den uçan turnalara.

Her gelişinde bana hatırlat kendini, dedi bir derviş, bir de turnalara!