Türkiye’de son kırk yıldır yükselen “İslami kapitalizm” olgusu, başlangıçta dindar girişimcilerin helal kazanç ve kanaatkârlık ilkeleriyle meşrulaştırdığı bir ekonomik hareket olarak görülüyordu. Ancak bugün geldiğimiz noktada bu modelin dini değerleri araçsallaştırarak sermaye birikimini meşrulaştırdığı, kutsal kavramları piyasa mantığının hizmetine sunduğu açıkça ortadadır. 1980 sonrası liberal ekonomi politikalarıyla birlikte Anadolu’nun muhafazakâr girişimcileri sahneye çıktı; “Anadolu Kaplanları” adıyla anılan bu kesim, küçük işletmelerden büyük ihracatçı şirketlere dönüştü. Faizsiz finans kurumları, İslami bankalar ve cemaat destekli sermaye ağları, o dönemde dindar bir iş ahlakının sembolü olarak lanse edildi. Fakat bu yükselişin arkasında yalnızca alın teri değil, dini değerler üzerinden siyasal ve ekonomik ayrıcalıklar kazanma çabası da vardı. Dün “helal kazanç” diyerek yola çıkanların bir kısmı, kısa sürede siyasetin ve rantın merkezine yerleşti.
Bugün ise “İslami kapitalizm” denildiğinde karşımıza çıkan tablo, dini değerlerle kapitalist tüketim kültürünün iç içe geçmiş bir karikatürüdür. “İsraf haramdır” denirken milyon dolarlık düğünler, lüks otomobil konvoyları ve saray misali villalar sergileniyor. Tesettür modası endüstrisi, umre turizmi kampanyaları, “helal sertifikalı” oteller, İslam’ın ölçülülük ve adalet ilkelerinden çok uzak bir tüketim kültürünün vitrinleri haline gelmiş durumda. Yoksul halkın sırtından zenginleşen bir “İslami burjuvazi” doğmuş, dini kavramlar bu sınıfsal uçurumu gizlemek için paravana dönüştürülmüştür. Daha vahimi, devlet kaynaklarıyla beslenen, ihale ve ayrıcalıklarla büyüyen bir sermaye düzeni kurulmuş, kul hakkı ve adalet gibi İslam’ın temel ilkeleri ekonomik çıkarların gölgesinde unutulmuştur.
Bu tablonun geleceği ise sorgulanmaya muhtaçtır. Eğer İslami kapitalizm, dini değerlerle piyasa mantığı arasındaki uçurumu kapatamazsa, ciddi bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya kalacaktır. Bugünün genç kuşakları, dini yalnızca tüketim kalıpları üzerinden pazarlayan bu ikiyüzlülüğü giderek daha sert eleştirmektedir. Onlar sosyal adalet, şeffaflık ve çevre duyarlılığı talep ediyor; lüksün ve çıkarcılığın dini kılıflarla meşrulaştırılmasına giderek daha az tahammül gösteriyor. Uluslararası alanda ise helal gıda, faizsiz finans ve İslami turizm gibi alanlar, doğru yönetilirse Türkiye için büyük fırsatlar sunabilir; ancak şeffaflık ve güvenilirlik sağlanmadıkça bu sektörler iç pazara sıkışacak, dışarıda ise “dini değerleri rant aracına dönüştüren model” olarak algılanacaktır.
Sonuç olarak, Türkiye’de İslami kapitalizm dün dindarların ekonomik yükselişi olarak görülürken bugün maskesi düşmüş bir rant düzenine dönüşmüştür. Yarın ise ya ahlaki bir dönüşüm geçirip gerçekten adil ve ölçülü bir ekonomik modele evrilecek ya da dini sömürerek zenginleşenlerin eliyle çürüyecektir. Kapitalizm ile İslam’ın temel ilkeleri arasında derin bir çelişki vardır ve bu çelişkiyi görmezden gelen her model, sonunda dini değerleri kirletir, toplumda güvensizlik ve yozlaşma üretir. İslami kapitalizmin en büyük sınavı, kendi varlık sebebini inkâr etmeden bu uçurumu kapatıp kapatamayacağıdır