NEREDE O ESKİ ZAMANLAR-1

Mümin Ağcakaya

 

 Yaşlılarımız, geçmişte günlerin, mevsimlerin nasıl yaşandığını anarken genellikle; ‘’ Nere de o eski günler’’ diye iç geçirirler. Yazın, kışın ve baharın mevsimlerin nasıl geçtiğinden bahsederler ve şimdi yaşadıkları mevsim koşullarıyla karşılaştırdıklarında arada ne kadar fark olduğundan bahsettiklerine sıklıkla tanık olmuşuzdur. Orta yaşın üzerinde olanlarımız da aynı şekilde eskiden yaşadığı köyde veya kasabada; soluduğu havadan, içtiği sudan, yediği ekmeğin, peynirin, etin tadından; doğadan topladığı çeşitli bitkilere kadar o kadar çok şey anlatırlar ki; onları can kulağıyla dinlediğimizde sanki başka dünyadan bahseder gibidirler. Kışın diz boyu yağan karın nasıl doğaya hâkim olduğunu, uzun kış gecelerini nasıl geçirdiklerini, baharın gelmesini nasıl özlemle beklediklerini; karların erimeye başlamasıyla kendini karın altında saklayan doğanın nasıl rengârenge büründüğünü; adını bile bir çırpıda sayamadıkları yenilen bitkileri, yabani meyveleri sıralamaktadırlar. Yazın öğle sıcağında, gözeden kana kana içtikleri suyun tadını ve soğukluğunu, dağların, tepelerin yemyeşil örtüsünü, bereket fışkıran tarlarda elde ettikleri hasatı anlata anlata bitiremezler. 

 Geçmiş mevsim koşullarıyla; şimdi yaşadıklarımız arasındaki farkı rahatça gözlemlenebilir hale geldi. Artık yağmur mevsiminde yağmıyor, eskiden diz boyu yağan kar, ya hiç yağmıyor ya da sadece havada gösteri yapar gibi uçuşuyor ve daha yere düşmeden buhar oluyor. Ya da yağan rahmet önüne kattığını sürükleyerek, bir felakete dönüşüyor.

 Yaşadığımız alanları beton yığınına çevirdiğimiz yetmezmiş gibi; nefes aldığımız oksijen kaynağı olan ormanlar, yeşil alanlar yok ediliyor. Doğanın milyon yılda yaşanabilir hale getirdiği dünya hızla insanoğlunun daha çok kazanma hırsına kurban ediliyor. Üzerinde yaşadığımız bereketli toprakların yerini çöl veya beton yığını alıyor. Yediğimiz, içtiğimiz ve soluduğumuz havayı gün geçtikçe arar hale geliyoruz. Şehirlere de öyle bir bağlanmışız ki; artık köyümüze de geri dönemiyoruz. Köye dönmek sadece türkülerde kalan bir özlem oluyor. Pazara bile gittiğimizde doğal olan sebze ve meyveleri neredeyse bulamıyoruz. El attığımız her şey kimyasal maddelerle yüklendiği için kanserden tutalım birçok hastalığa kapı aralayan ürünleri eve taşımak zorunda kalıyoruz. Aynı şekilde alış veriş için gittiğimiz marketlerde de katkısız yiyecek bulmak neredeyse imkânsız oldu. Doğallığından kopan bir yaşam hepimizin sağlığını, geleceğini tehdit eden bir handikaba dönüşüyor.

  Kuraklık ciddi tehlike olarak insanlığın kapısını çalmaktadır. Yağan yağmur derelerle, dereler ise denizle buluşamıyor. Önceleri bereket fışkıran ovalar artık hiçbir şeyin yetiştirilemediği kurak alanlara dönüşmektedir. Eskiden suyu içilebilir olan akarsular artık zehir akıtmaktadır. Kentler beton yığınına dönüşmektedir. Hemen her yağış aldığında sokaklar dereler dönüşmekte mahalle sakinler canlarını malların kurtarma derdine düşmektedir. Yağmur toprakla buluşamamakta, akan sular derelerle buluşamamaktadır. Kentlerin ranta açılması, plansız yapılaşma ciddi bir kentsel felaketlerin kapısını aralamaktadır. Birçok göl kurudu. HES’ler, termik santraller doğal dengeyi bozmaya başladı. Mevsimlerin seyri değişmeye başladı.

 Üzerinde yaşadığımız Dünya üzerinde ekoloji ve çevre sorunları başta insanoğlu olmak üzere tüm canlı varlıkları yakından ilgilendiren bir kavram olmuştur.  Çünkü ekoloji yaşamın kendisidir ve doğa ile toplum arasındaki ilişkiyi incelemektedir. Doğa ve toplum arasında kopmaz yaşamsal bir bağ oluşmuştur. İnsanoğlunun çevre ve doğaya dönük tahripkâr yaklaşımları, milyonlarca yılda oluşan doğa dengesinde bozulmaya yol açmaktadır. Bu ilişkideki zayıflama felaketlere yol açmaktadır. Günümüzde doğa ve toplum arasında sorunlar vardır. Bu insan ve doğanın birbirine yabancılaşmasıdır.

 Neden doğa ve toplum bu hale geldi, toplum ve doğa birbirinden koptu ve yabancılaşma oldu?  Doğa ve toplum arasındaki ilişkilerde yaşanan tahribatlar nasıl aşılacak?

 Ekolojinin sadece bitkiler, hayvanları değil, doğayı kirleten, onu yaşanamaz hale getiren kendi soyunu ve bütün canlı yaşamın geleceğini tehlikeye atan insanın yaklaşımların daha öncelikli olarak ele almaktadır. Dolayısıyla konunun baş aktörü insandır.

 İnsanlığın çevre çağımızın en önemli sorunlarından biridir. Doğa tahrip edilmiş durumdadır. Türler yok oluyor,   birçok canlı türü, bitkiler yok oluyor, sular kirleniyor, zehirli gazlar havaya karışıyor, oksijen azalıyor, karbondioksit oranı artıyor, atmosferdeki gazların miktarı değişiyor, şehirleşmeler gelişiyor, insan nüfusu artıyor; seller, çığlar, çoraklaşma, erozyon oluşmakta ve bununla birlikte çok çeşitli hastalıklar gelişmektedir, insanlar birbirini öldürmektedir.   Artık dünyada çevresel bir krizin var olduğu kabul ediliyor, tüm insanlığı ilgilendiren evrensel bir soruna dönüşmüştür. Çünkü gittikçe bu dünyada, yaşanamaz hale gelinmiştir.

  İnsan dünyayı ısıttı, var olan doğal denge bozuldu. Kutuplarda buzlar eriyor, iklimler değişiyor. Bu durum insan ve canlı yaşamın doğal dengesin etkiliyor. Milyon yılda oluşmuş bu denge hızla bozulmaya başlıyor. Bu bozulmanın karşılığı ise felaket olarak geri dönecektir.

 Yani ekolojik, çevresel sorunlarımızın kaynağı toplumsaldır. Doğa kendi başına bu düzeye gelmedi, kirlendi, zehirli gazlar kullanıldı, atıklar birbirine karıştı, türler yok oldu vb… Bunu doğa istemedi, bunu kendi başına yapmadı, insan eliyle oldu tüm bunlar. Bütün insanları da suçlamıyoruz. Bu alt-üst oluş egemenlerin eliyle gelişti.  Binlerce yıllık sömürü sistemi olan uygarlıkla başlayan bir durumdur. Sümer toplumuyla başladı, günümüze kadar geldi.

Böyle giderse cennet gibi olan dünya gelecekte insanoğlu ve tüm canlı yaşam için bir cehenneme dönüşmesi kaçınılmaz görülüyor.  

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.