ÖĞRENCİM KAZIM DEMİR’İN ANISINA

Birsen İnal

                                  

Yıl 1978, Bingöl’ün kuş uçmaz, kervan geçmez 1500 rakımlı bir dağ köyü olan Çobantaşı’nda öğretmenlik yapıyorum tüm zorlulara rağmen. Elektrik yok, su yok, bakkal yok, yok yok… Artı yılın altı ayı beyaz ölüm diye karlarla mücadele içinde yaşıyoruz… Tek güzel yanı ‘Umut Çiçeklerim’ dediğim öğrencilerim olmasıydı.

 

Tüm enerjimi öğrencilerime veriyor, her gün yeni bir şeyler öğretmenin heyecanıyla günleri geride bırakıyordum. MEB’den gelen yazıda halk oyunları yarışması olduğunu öğrendim. Serde halk oyunculuk vardı. Olur mu olmaz mı yı bir yana bırakarak yarışmaya katılmaya karar verdim. Katılacaktık ama neyle? Kostüm, yok, müzik yok en önemlisi velilere çocukların katılımını onaylayacaklar mıydı? Ben kendimce seçmelerimi yaptım. Öğrencilerime ailelerine söylemelerini tembihledim. Paydos sonrası eve geldim. Anneanneme anlattım. ‘Kızım, sen yapıyorsun. Köylüler kızlarına asla izin vermezler. Boşuna uğraşma.’ dedi. O gece rüyayla gerçek arasında yapacaklarımı planladım.

 

Sabahleyin seçtiğim kız öğrencilerimin aileleri okula geldiler. Kızlarını bu yarışmaya göndermeyeceklerini söylediler. Muhtar Mehmet Demir’in oğlu öğrencimdi. Kazım’ı eve göndererek babasını okula çağırdım. Muhtar okula geldi. Öncelikle ailelerinin Almanya’da olduğu iki kız torununun iznini muhtardan aldım ve bana bu konuda yardımcı olmasını istedim. Muhtarla birlikte diğer üç kız öğrencimin de evlerine giderek izin işini halettim. Çok sevinçliydim. Bu sevinçle çalışmalara hız verdim. Oyunları sayıyla öğrettikten sonra odun sobasını davul gibi kullanıp tempo tutarak beş oyun öğretmiştim. Yarışmaya da az kalmıştı. Kostüm diktirme ya da alma gibi bir şansımız yoktu.  Her öğrenciye kendi evinden kostüm ayarlayacaktım. Her gün ayrı bir öğrencinin evine giderek kız öğrencilere annelerinin entarilerini, Kofilerini, tülbentlerini, puşularını ve annelerinin boyunlarındaki gerçek altın dizilerini aldım. Erkek öğrencilerime de babalarının şalvarlarını, yeleklerini, feslerini aldım. Muska ve pazubentlerini de kendim yaptım. Diğer giysilerde de ufak tefek kısaltmalar ve küçültmeler yaparak kostüm işini de tamamladım. Sahne düzenlemsxi yaparak görsel şovla da oyunları zenginleştirecektim. Yayığımızı, üç ayağımızı, yün tarağımızı, teşilerimizi, ‘elbiklerimizi, kulavımızı (kepenek) alarak köy minibüsüyle Bingöl Halk Eğitim Merkezi’ne gittik. Saat dokuz civarıydı. Salon tıklım tıklımdı. Seyirciler bir yandan tezahürat yapıyor bir yandan da sigara tüttürüyorlardı. salonda dumandan göz gözü görmüyordu.Tüm ekipler gelmişti, hepsinde özgüven yüksek bir şekilde bizi hayret ve aşağılayan gözlerle süzüyorlardı. Birkaç meraklı alaylı bir şekilde, ‘Bunlar nedir hocam? Tiyatro mu yapacaksınız?’ dediklerinde; ‘Sahneye çıkınca ne yapacağımız görürsünüz.’ dedim. Öğrencilerimi perdesi kapalı sahneye alarak yerlerini göstermek istediğimde başımdan aşağı sular boşlamaya başlamıştı. Çünkü çocuklar sahne nedir bilmiyorlardı, biz sınıfta çalışmıştık, sahne provamız yoktu. Öğrencilerime güveniyordum. Hemen toparladım, ne yapacaklarını anlattım. Sessizce kısa bir prova yaptık. Artık hazırdık. Kulisteki yerimize geçtik. Çocuklar çok heyecanlıydı. Çünkü bu denli kalabalığı ilk kez görüyorlardı artı bu kalabalığa karşı oynayacaklardı.

Salondaki sesler kesilmiş yerini polis telsizlerine bırakmıştı. Protokolün geldiğini anladık. Kısa bir sessizlikten sonra salonun durumundan dolayı yarışmanın ileriki bir tarihe ertelendiğini bildirdiler. Üzülmüştük çünkü biz çok zorluklarla hazırlamış ve Bingöl’e gelmiştik. Her şerde vardır bir hayır diyerek bizi beklemekte olan köy minibüsüyle yarışmaya daha iyi hazırlanmak üzere köyümüze geri döndük.

 

Sabah uyandığımızda köyde acı haber çoktan yayılmıştı… Muhtarın oğlu öğrencim Kazım Demir, arkasında gözü yaşlı anne babasını ve bizleri bırakarak aramızdan uçup gitmişti kanatsız bir kuş gibi…

 

Biz Kazım’ın ansına o yarışmaya tekrar giderek il ikinciliğini daha sonra da Van’da yapılan bölge yarışmasında da bölge dördüncülüğünü kazanmıştık…

 

 

 

                                                                                                      Kazım Demir’e

 

ÇİÇEK BAHÇEM

Güller derdim çiçek bahçemden
Elimde bavulum, kucağımda kitaplarım
Koyuldum yollara dağların doruklarına
Çiçek bahçeme doğru
Islanmıştı pabuçlarım, zor geçmiştim Murat'ı
İçimde bir sıkıntı, bir de haz
Vardım çiçek bahçeme
"Muallim!" dedi 
Sesi ürkek, saçları başak
Teni bronz, bağrı açık
Ayağı yalın, gözleri şimşek
Ali’m, Ayşe’m, Zeynep’im...
Birden sardı etrafımı, toprak kokulu çiçeklerim
Kokladım, okşadım, bağrıma bastım
Karanfilimi, leylağımı, zambağımı
Girdim sınıfa elimde bilgi buketimle
Sundum çiçeklerime ışığı, dimdik ayakta durmayı
Tebeşirle karatahta başında
Bilgi pazarı kurdum,

Bilgiye susamış çiçeklerime
Hangi şekle girmedim ki?
Oyuncu oldum, çoban oldum
En önemlisi bahçevan oldum
Güller derdim buket buket

İrfan ordusuna çiçek bahçemden


Işık oldum, aydın yollar çizdim
Çobanları indirdim dağdan, bayırdan
Kızı-kızanı, anayı-babayı

Aydınlattım bilgi ışığımla
 

Emin adımlarla yürümeyi

Dik durmayı öğrettim
Konuk oldum köy odalarında

Milletin efendilerine
Doktor oldum hasta başlarında
Ama heyhat!

Kurtaramadım çakır gözlü Kazım’ımı
Birden dünyam karardı

Çiçeklerimin boynu büküldü
Yapraklarında damla damla duran

Çiğ taneleri döküldü
Uçtu aramızdan bir güvercin gibi
Kanat uçları ak
Ey! Ulu Tanrım! Kimdir bu?
Mor şafakta küçücük bir tabuta sığmış
Omuzlarda taşınan,
Ardında boynu bükük

Leylakları, zambakları, kardelenleri bırakan…


Geçti uzun yıllar aradan.
Acılarımı gömdüm yüreğime

Sessiz çığlıklarımla
Dağıttım çiçeklerimi buket buket

Yurdun dört bir yanına.

Sevgiyle tuttum ellerimde

Bilgi meşalemi

Işıttım, ışıtıyorum, ışıtacağım
Daha nice Aliler, Ayşeler, Zeynepler aydınlatacağım
Güller dereceğim çiçek bahçemden…

 

*İssiz Çıra / Lis Yayıncılık

 

 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.