Bozulmanın Kökeni: Avcılıktan Egemenliğe, İnsanın Zihinsel Kopuşu
İnsanlık tarihinde büyük bir kırılma dönemi vardır: Bu da avcılık sürecidir. Bu kırılma yalnızca hayvanla kurulan ilişkiyi değil, insanın kendisiyle ve yaşamla olan bağını da kökten sarsmıştır. İlk önce hayvanı avlayan insan, zamanla kendini, kadını, ardından da toplumu avlamaya yönelmiştir. Bu, yalnızca davranışsal bir değişim değil; zihinsel ve yaşamsal bir sapmadır.
Bu süreç, özellikle Afrika’nın kuzeyi ve Ön Asya coğrafyalarında kök salan Semitik kültür ile biçimlenmiş, daha sonra Aşağı Mezopotamya’da yerleşik hâle gelerek doğal insan yaşamına karşıt bir kültür inşa etmiştir. Bu kültür, binlerce yıl boyunca özgürlükle, toplulukla, üretimle ve bütünlükle var olmuş Aryen kültürünü bastırmış; doğayla uyumlu yaşam algısını sınıf, iktidar ve egemenlik üçgeninde yeniden biçimlendirmiştir.
Avlayan İnsan: İlişkinin Yerine Egemenliği Koymak
Avcılık yalnızca bir yaşama biçimi değil, aynı zamanda zihinsel bir modeldir. Bu model, varlığı karşısına alır. İlişkinin yerine kontrolü, paylaşımın yerine ele geçirmeyi koyar. Bu zihinsel yapı yerleşmeye başladıkça, insan diğer canlılarla kurduğu karşılıklı bağdan kopar. Yaşama tanıklık eden insan, giderek yaşamı biçimlendirmeye, değiştirmeye ve yönetmeye çalışan insana dönüşür.
Bu dönüşümün en derin kırılması insanın kedisinde yaşanır. Ardından çok yönlü bir avlanma süreci başlar. Kendini avlayıp yitiren insandan sonra kadın ve toplum bu avlanmaya dahil edilir ve peyderpey yitirilir. Kadın, üretimin, yaşamın ve doğanın taşıyıcısıyken; bu zihinsel sapmayla birlikte nesneleştirilir, avlanır, susturulur. Erkek, avlayan rolüne sokulurken; kadın da avlanmaya açık bir varlık hâline getirilir. Bu kırılma, yalnızca kadınla erkeği değil, insanı da ikiye böler. Artık bir yanda avlayan, diğer yanda avlanan vardır. Oysa özgür toplumun doğasında ne av ne de avcı vardır; sadece birlikte var olan, paylaşan insanlar vardır.
Aryen Kültürünün Bastırılışı: Bir Hafızanın Kaybı
Aryen kültürü, doğayla bütünleşik, sınıfsız ve cinsiyet hiyerarşisinden arınmış bir yaşama dayanıyordu. Kadın-erkek bütünlüğü esastı. Bunu kapsayan bir yaşam anlayışı hakimdi. Herhangi bir otorite değil; yaşamın taşıyıcı niteliğinin kabulü geçerliydi. Bu ortak paylaşımda insan, yaşamla iç içeydi; etiketleriyle değil, var oluşuyla anlam kazanıyordu.
Ancak Semitik kültür anlayışı, bu yaşamsal hafızayı bastırarak, onun yerine tahakküm ve kutsallık arasında sıkışmış yeni bir insan türü yarattı. Bu insan, özgürlüğünü kaybetti; kadın da, erkek de kendisinden uzaklaştı. Uygarlık, bu zihinsel sapmanın kurumsallaşmış hâli olarak kuruldu. Dolayısıyla uygarlığın insanı ne kendisi olabilir ne de özgür bir yaşamın taşıyıcısı olabilir. Özgür eş yaşamın bittiği nokta burasıdır. Öncelikle bunu görüp, bu gerçekten özgürleşmek gerekir.