Mustafa Nesim Sevinç
Avrupa Birliği'nin tam ortasında, gözlerimizin önünde bir rejim dönüşümü yaşanıyor. Demokrasiyle yönetildiği varsayılan Macaristan’da Viktor Orbán liderliğinde inşa edilen “illiberal demokrasi” modeli, sadece ülkenin iç politikasını değil, tüm Avrupa’nın siyasal geleceğini tehdit eden bir örneğe dönüşmüş durumda. Orbán, 1988’de liberal eğilimli bir siyasetçi olarak Fidesz Partisi’nin kurucularından biri olarak yola çıktı. Ancak partinin kısa sürede milliyetçi-muhafazakâr bir çizgiye evrilmesiyle birlikte kendi politik yönelimi de keskin bir değişim geçirdi. İlk kez 1998’de başbakan olan Orbán, iktidarı kaybettiği 2002 yılından sonra 2008 ekonomik krizinin yarattığı zemini iyi değerlendirerek 2010 seçimlerinde tekrar ve bu kez çok daha güçlü bir şekilde sahneye çıktı. Fidesz’in anayasal çoğunluğu elde etmesiyle birlikte, Macaristan siyasetinde yeni bir dönem başladı.
Bu dönemin ilk hedeflerinden biri yargı sistemiydi. 2011 yılında kabul edilen yeni anayasa ile Anayasa Mahkemesi’nin yetkileri önemli ölçüde kısıtlandı; yargıç atamaları doğrudan hükümet denetimine alındı. Yüksek yargı kurumlarının başına iktidara yakın isimler getirildi. 2019 yılında oluşturulan özel idari mahkemeler aracılığıyla hükümetin davalara doğrudan etkisi artırıldı.
Bu kurumsal dönüşümün bir diğer cephesi medyaydı. Kamu yayıncılığı hükümetin propaganda aracına dönüştürüldü, eleştirel yayın yapan medya kuruluşları ekonomik baskılarla susturuldu. 2016 yılında ülkenin en büyük muhalif gazetesi Népszabadság kapatıldı, 2020’de ise Index.hu haber sitesinin editör kadrosu siyasi baskılar sonucu istifa etti. “Yabancı finansmanlı medya” yasasıyla bağımsız gazetecilik doğrudan hedef alındı. 2024 itibarıyla, son kalan bağımsız platformlar (Telex, 444.hu) da yoğun sansür ve mali baskılarla karşı karşıya. Basın özgürlüğü endekslerinde Macaristan, AB ülkeleri arasında hâlâ en kötü performans gösteren ülke konumunda.
Tüm bu dönüşümün en kritik ayağı ise seçim sisteminde yapılan mühendislik çalışmaları oldu. 2012’de seçim bölgeleri iktidar lehine yeniden düzenlendi. Devlet kaynakları seçim kampanyalarında Fidesz lehine kullanıldı, muhalefetin medya görünürlüğü sınırlandırıldı. 2024 yerel seçimlerinde de aynı taktikler devam etti; muhalefet, sandık adaletsizliğini protesto etse de Fidesz’in seçim mühendisliği etkisini sürdürüyor.
Orbán’ın iktidarını güçlendirme stratejisi yalnızca kurumları dönüştürmekle sınırlı kalmadı; aynı zamanda toplumsal kutuplaşma ve korku üzerinden işleyen bir siyasi dile dayandı. 2015 mülteci krizinde “Hıristiyan Avrupa” söylemini benimseyerek, göçmenleri bir tehdit olarak tanımladı. Sırbistan sınırına tel örgüler örüldü, kurulan “transit alanlarda” mülteciler temel insani ihtiyaçlardan mahrum bırakıldı. Strasbourg İnsan Hakları Mahkemesi bu uygulamaları açıkça insanlık dışı olarak nitelendirdi. Ancak bu sert politikalar ve kutuplaştırıcı söylem, bir yandan uluslararası kınamalara yol açarken, diğer yandan ailelere yönelik cömert ekonomik desteklerle birleşerek Orbán’ın özellikle kırsal bölgelerdeki seçmen tabanını sağlamlaştırmasını sağlayan Orbán yönetimi, seçimleri kaybetmeden otoriterleşmenin yolunu buldu.
Bununla birlikte Romanlar gibi etnik ve kültürel azınlıklar da sistematik ayrımcılığa maruz kaldı. Roman mahallelerinde güvenlik operasyonları düzenlendi, sosyal yardımlar yerel yönetimler eliyle sınırlandırıldı, AB fonları bu topluluklara ulaştırılmadı.
İktidarın müdahale alanı giderek genişledi; sivil toplum ve akademi de bu dönüşümden nasibini aldı. 2017 yılında çıkarılan yasalarla yabancı fon alan sivil toplum kuruluşları “yabancı ajan” olarak etiketlendi. George Soros’un desteklediği Orta Avrupa Üniversitesi’ne yönelik baskılar sonucunda kurum Budapeşte’den Viyana’ya taşınmak zorunda kaldı. 2018’de üniversitelerden toplumsal cinsiyet çalışmaları kaldırıldı. 2020’de yasal cinsiyet değişikliği hakkı ortadan kaldırıldı. 2021’de kabul edilen “Eşcinsel Propaganda Yasası” ile 18 yaş altındaki bireylerin LGBTQ+ içeriklere erişimi yasaklandı. 2023'te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu yasayı ihlal olarak nitelendirdi, ancak Orbán yönetimi uygulamayı sürdürüyor.
Orbán yönetiminin dönüşüm projesi ekonomik alanda da belirgin bir şekilde kendini gösterdi. Başlangıçta liberal ekonomi politikaları benimsenmiş görünse de zamanla devlet destekli, merkezileşmiş bir model ön plana çıktı. Bu modelde hükümete yakın “oligarklar” büyük avantajlar elde etti. AB’den gelen fonların önemli bir bölümü bu dar çevreye aktarılırken, ülkede yolsuzluk yaygınlaştı, kamu hizmetleri kalitesini yitirdi. 2024 itibarıyla Macaristan, AB içinde en yüksek enflasyon oranlarından birine (%7-8) sahip. Artan ekonomik belirsizlik ve kurumsal yozlaşma, beyin göçünü hızlandırdı; genç ve nitelikli nüfus başka ülkelerde yaşam ve çalışma imkânı aramaya devam ediyor.
AB ile ilişkiler giderek gerildi. Aralık 2023’te AB, Macaristan’ın 22 milyar Euro’luk fonunu hukuk devleti ihlalleri nedeniyle dondurdu. Orbán, bu karara misilleme olarak Ukrayna’nın AB üyelik müzakerelerini veto etti ve AB içinde blokaj stratejisini sürdürdü. 2024’te Slovakya’daki Robert Fico hükümetiyle yakınlaşarak AB içinde yeni bir “illiberal blok” oluşturma çabasında.
Bugün Macaristan, “illiberal demokrasi” kavramının somutlaştığı en net örneklerden biri. Orbán’ın kurduğu sistem, demokratik seçimlerin hukuk devleti ilkelerinin gerilemesiyle nasıl otoriterliğe dönüşebileceğini gösteren bir laboratuvar işlevi görüyor. 2024’te AB’nin artan baskısına rağmen Orbán, içerideki iktidarını koruyor, dış politikada ise Rusya ve Türkiye gibi otoriter eğilimli ülkelerle iş birliğini derinleştiriyor. Yaşanan bu gelişmeler uluslararası kurumların da dikkatinden kaçmadı. Freedom House, Macaristan’ı artık “hibrit rejim” olarak tanımlarken, Transparency International gibi kuruluşlar ülkeyi “yarı özgür” kategorisine indirdi. Avrupa Birliği ise hukukun üstünlüğü ve temel haklar konusundaki ihlaller nedeniyle mali yaptırımlar uygulamaya başladı.
Macaristan örneği, yalnızca izlenecek bir siyasi model değil; aynı zamanda demokrasinin yalnızca sandıktan ibaret olmadığını, özgür basın, bağımsız yargı, sivil toplum ve insan haklarına saygının olmadığı bir sistemin nasıl çürüyebileceğini gösteren güçlü bir uyarı.
Sessiz bir dönüşüm gibi görünse de, Avrupa’nın kalbinde yaşanan bu gelişmelerin sesi aslında oldukça yüksek: Demokrasi, yalnızca seçimle gelenin değil, aynı zamanda seçimle gidebileni de gerektirir.