Size önce o meşhur hikâyeyi anlatayım ki her şey yerli yerine otursun. Siyaset bilimci Michael Meyer, bir zamanlar bir ilkel kabilede yaşananları aktarır.
Kabilenin bir büyücüsü vardır; görevi, kuraklık zamanlarında tanrıları ikna edip yağmur yağdırmaktır.Bir gün, bu ritüelleri şüpheyle izleyen bir Avrupalı etnolog, büyücüye meydan okur: “Madem o kadar hünerlisin, hadi şimdi yağdır da görelim.” Bizim şaman, kendine olan güveniyle kollarını sıvar, en afili danslarını sergiler, tanrıların en sevdiği ilahilerini okur ve gökyüzüne doğru anlamsız ama etkileyici sesler çıkarır. Saatler geçer… Fakat gökyüzünden tek bir damla dahi düşmez.
Etnolog, zafer kazanmış bir edayla sırıtır ve “Gördün mü, sistemin çalışmıyor” der. İşte tam o anda, büyücü asıl ustalığını konuşturur. Asla “Pardon, yanılmışım”demez. Bunun yerine, başarısızlığın kusursuz nedenlerini bir bir sıralar: Bu yabancının küstah ve inançsız varlığı tanrıları fena halde gücendirmiştir. Halk, ritüele yeterince yürekten katılmamıştır. Ya da belki tanrılar, bu densizliğe bir ders vermek için yağmuru kasten göndermemiştir. Sonuç? Yağmurun yağmaması, büyücünün yönteminin yanlış olduğunu kanıtlamak yerine, tam tersine, onun ne kadar karmaşık ve ilahi bir düzene hizmet ettiğini gösterir. Adam, başarısızlığından bile bir zafer çıkarmıştır.
Şimdi bu sahneyi zihnimizde donduralım. Büyücünün peştemalini çıkarıp yerine bir takım elbise giydirelim, elindeki kemik çıngırağı da son model bir mikrofona dönüştürelim. Gördüğünüz gibi, binlerce yılda dekor ve kostüm değişse de, oyunun kendisi hiç değişmemiştir.
Modern siyasetin büyücüleri, vaat ettikleri o bereketli yağmurlar bir türlü yağmayınca, tıpkı o ilkel ataları gibi inanılmaz bir yaratıcılıkla bahaneler üretme sanatında zirve yapmışlardır. Bu, Arthur Schopenhauer’ın tarif ettiği, kanıtlara ve mantığa karşı ne olursa olsun haklı çıkmayı hedefleyen polemik sanatının ta kendisidir. Bu sanatın temelinde ise bilim felsefecisi Karl Popper’ın yanlışlanabilirlik ilkesinin tam tersi yatar. Popper’a göre bilimsel bir teori, çürütülebilir olmalıdır. Oysa ideolojik dogmalar, kendilerini her türlü eleştiriye karşı ad-hoc hipotezler –yani sırf teoriyi kurtarmak için sonradan uydurulan varsayımlar– üreterek korurlar.
Bu gösterinin küresel örnekleri de dillere destandır. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, komünist ideolojinin ekonomik vaatlerini suya düşürdüğünde, sadık yoldaşlar bunun “gerçek komünizm olmadığını, sadece bir beta sürümü olduğunu” söyleyerek konuyu kapattılar. Venezuela’daki ekonomik facia da benzer şekilde asla yerel politikaların bir sonucu olarak kabul edilmedi. Suçlu her zamanki gibi hazırdı: “ABD emperyalizminin ekonomik savaşı” ve “hain burjuvazinin komploları.”
Bu eğilim, Nassim Nicholas Taleb’in Siyah Kuğukitabında bahsettiği anlatı safsatası (narrative fallacy)ile de yakından ilişkilidir. İnsanlar, karmaşık ve rastlantısal olayları anlamlandırmak için basit ve tutarlı hikâyeler yaratma eğilimindedir. Siyasi büyücüler, bu zaafı kullanarak başarısızlıkları “dış düşmanlar” veya “iç hainler” gibi basit ve akılda kalıcı anlatılarla açıklar ve kendi sorumluluklarını bu anlatının arkasına gizlerler.
Elbette bu evrensel sporun Türkiye’deki yorumu da kendine has bir lezzete sahiptir. Son yıllarda yaşanan ekonomik türbülans, enflasyonun roket hızıyla yükselişi ve döviz kurunun bir türlü yerinde duramaması, bu modern büyücülük sanatının zirve yaptığı bir dönem oldu. Paul Krugman gibi uluslararası alanda saygın ekonomistler ve Türkiye’deki bağımsız uzmanlar, krizin temelinde liyakatsiz yönetim ve bilimsel ekonomi kurallarını hiçe sayan politikaların yattığını defalarca belirtti. Ama ekonominin başına gelen her talihsizlik için bir joker hakkı gibi kullanılan sihirli kelime her daim imdada yetişti: “Dış güçler!” Döviz mi fırladı? Dış güçlerin oyunu. Enflasyon mu patladı? Faiz lobisinin saldırısı. Raflar mı boşaldı? Stokçu hainlerin işi. Tıpkı yağmur yağmayınca suçu ritüeli izleyen yabancının kötü aurasına atan o ilk atamız gibi, her başarısızlık için yeni bir günah keçisi bulundu ve bu görkemli “dış mihrak” korosu arasında gerçekler kayboldu.
Nihayetinde Bertrand Russell’ın dediği gibi: “İnsanların inanmak istedikleri şeyler, gerçeklerden daha güçlüdür.” Siyasi büyücülerin en büyük marifeti de budur; bize duymak istediğimiz, sorumluluktan kaçan ve kolay düşmanlar sunan hikâyeler anlatırlar. Oysa hepimiz o yağmuru bekliyoruz; refahın, adaletin ve huzurun yağmurunu. Eğer toplum olarak şamanın dansına kanıp gökyüzüne kızmaya devam edersek, daha çok bekleriz. Belki de artık uyanıp, o dansın bir işe yaramadığını kabul etmenin zamanı gelmiştir.
Çünkü gerçek yağmur, ancak büyücülere kibarca kapıyı gösterip hava durumu raporuna kendimiz baktığımızda yağacaktır.
“Sihirli bahaneler yeterince güçlü olabilir, ama gerçek yağmur sadece kendi gözümüzle görüldüğünde düşer.”
m.nesim.sevinc@gmail.com