İnsan, kendisi olmadan özgürlük olmaz
Giriş: Tarih boyunca her çağ, bir “özgürlük” anlatısıyla geldi. Her dönemin bir taşıyıcı figürü, bir “kahramanı”, bir “mazlumu”, bir “umut odağı” vardı. Ancak bu figürler gerçekten özgürleşti mi? Yoksa ‘özgürlük mücadelesi’nin kendisi, onları başka bir tahakkümün kullanım nesnesine mi dönüştürdü?
İnanmanın Bedeli: İnanç ve İnsan
İnanç hareketlerinin kökeninde insanın kendini bulması değil, başka argümanlar yatar. Zamanla bu sancı, bir yapıya, bir organizasyona, bir otoriteye dönüşür. İnsan ise bu yapının “inanç geliştirme süreci” için bir ham maddeye indirgenir. Görmek, bireyin içsel farkındalığı olmaktan çok, bir ideolojinin dışsal şekillendirici aracına dönüşür.
Spartaküs ve Kölenin Kırılmayan Zinciri
Spartaküs isyanı, insanlık tarihinin en güçlü direniş örneklerinden biri olarak anlatılır. Fakat bu direniş, kölenin içsel özgürlüğünü oluşturmadı. Sadece başka bir güç düzenine karşı çıkıştı. Köle hiçbir zaman kendi bireysel özgürlüğünün taşıyıcısı olamadı; onun mücadelesi başka söylemlerin yüceltilme aracı oldu.
Serf ve Feodal Tiyatronun Malzemesi
Feodalizm, toprağa bağlı emeği sistemleştirdi. Serf, özgürlük vaadiyle yola çıkarıldı ama bu vaat, yeni bir bağımlılığa dönüştü. Serf hiçbir zaman ne toprağın sahibi oldu ne de kendisinin. O, feodal mücadele anlatısının duygusal ve ideolojik yükünü taşıyan bir figür olarak kaldı.
Proletaryanın Manifestosu: Özgürlük mü, Materyal mi?
Marx ve Engels’in sunduğu proletarya kurtuluşu fikri, özgürlük gibi görünse de, kolektif kurtuluş anlatısıyla bireyin içsel özgürlüğünü geri plana itti. Proletarya, tarihsel bir görevle yüklenmiş bir nesneye dönüştürüldü. Yine, mücadele, içsel özgürlük olarak değil, özne adına başka bir iktidar diliyle yürütüldü.
Kadın ve Modern İdeolojik Tüketim
Modern süreç, özneyi kadın üzerinden kurguladı. Feminist hareketlerin en samimi ve adil damarları dahi zamanla ideolojik bir şekillendirme aracına dönüştü. Kadın, yeniden bir anlam üretme aygıtının nesnesi haline getirildi. Onun adı kullanıldı ama sesi duyulmadı. Kadının özgürleşme girişimi, yine dışsal tanımlar, ideolojik temsilciler, örgütsel sembollerle bastırıldı.
Gerçeğin Görülmemesi: Süreklilik ve Körlük
Bu döngü, hiç bozulmadan devam etti. Malzeme değişti, oyun aynı kaldı. Gerçek özgürlük değil, özgürlük söylemi dolaşıma sokuldu. İnsan ise tüm bu süreçlerde kendisi olma şansını yitirdi; ya idealin adı oldu ya da ideolojinin figürü. Ama hiçbir zaman kendisi olamadı.
Sonuç: Özgürlük, bir oluşuşturma durumu değil, içsel bir fark ediştir. Dışsal mücadele biçimleri, içsel bütünlüğü kurmadan yalnızca başka bir tahakküm düzeni üretir. Ve bu gerçek, tarih boyunca hep gizlendi. Çünkü insanın özgür olması, hiçbir ideolojinin çıkarına uygun düşmedi. Birlikte incelemeye devam edelim.
I. İnanmanın Bedeli: İnanç ve İnsan
İnanç, insanın evren karşısındaki anlam arayışıdır. Bu arayış ilk zamanlarda doğaya, yıldızlara, hayvanlara yönelmişken; zamanla bu eğilim dinlere, kurumlara, öğretilere dönüştü. Ne var ki, mitoloji ve dinin kurumsallaşmasıyla birlikte insanın içseli, dışsal bir yapıya teslim edildi. Birey, artık kendi içindeki sezgiyi değil, bir otoritenin buyruğunu izlemek zorunda kaldı.
Örneğin, Ortaçağ Katolik Kilisesi, Tanrı’ya ulaşmak için kilise hiyerarşisini şart koşarken; bireyin doğrudan Tanrı ile olan bağını geçersiz kıldı. Bu sistemde insan, sadece bir günahkar olarak görülüyordu ve ancak kilise aracılığıyla “temizlenebilirdi”. Ve içtenlik, bir otoriteye bağlılık haline geldi.
Modern çağda da benzer bir yapı ideolojik inanç sistemlerinde yeniden üretildi. Komünizm, faşizm, sosyalizm ya da liberalizmin farklı formları; bireyin inançla kurduğu ilişkiyi yeniden tanımlayarak onu sistemin bir unsuru yaptı. İnanmak artık bir “bağlılık” meselesiydi ve sorgulayan birey sistemin dışında ve düşmanıydı.
Günümüzde, sosyal medya inanç ve aidiyetin yeni biçimi oldu. İnsanlar artık kendi duruşlarını değil, algoritmaların gösterdiği “hakikatleri” savunur hale geldi. İçtenlik, yine bireyin içinden değil, dışsal manipülasyonlardan besleniyor. Gerçekten görüyor muyuz, yoksa bir şeyin “safına” mı geçiyoruz?
II. Spartaküs ve Kölenin Kırılmayan Zinciri
M.Ö. 73-71 yılları arasında Roma’ya karşı ayaklanan Trakyalı gladyatör Spartaküs, tarihte kölelerin özgürlük direnişinin sembolü haline geldi. Onun liderliğinde 100.000’den fazla köle Roma’ya karşı savaştı. Fakat bu savaş, çoğu tarihçinin belirttiği gibi kölelerin özgürleşmesiyle değil, kanlı bir katliamla sona erdi. Spartaküs’ün başkaldırısı, kölelerin içsel özgürleşmesinden çok, Roma’nın militarist düzenine karşı bir karşı-sistem kurma çabasıydı.
Spartaküs’ün figürü, sonraki yüzyıllarda birçok ideolojik akım tarafından kullanıldı. Özellikle Marksist gelenekte, o “ilk sınıf mücadelesi kahramanı” olarak yüceltildi. Fakat bu yüceltme bile, köleyi hâlâ özgür değil, “tarihin devrimci dinamiği” olarak görüyordu. Spartaküs mücadele etti ama köle özgürleşmedi. Ne antik çağda, ne orta çağda, ne de modern çağda.
Roma sisteminde köle; konuşamayan, karar veremeyen, sadece çalıştırılmak için var olan bir nesneydi. Başkaldırdığı anda bile onun sesi, bir figür üzerinden konuştu. Spartaküs konuştu ama köle sustu. Ve sonra bu susturulmuşluk, tarihsel olarak övülen bir “direniş geleneği”ne dönüştü. Direniş, köleyi özgürleştirmedi; onu tarih yazımının dramatik bir karakteri haline getirdi.
Bu tarihsel bağlam, günümüzde bile aynı şekilde sürüyor. Göçmen emeği, modern dünyanın görünmeyen köleliğidir. Ucuz iş gücü olarak kullanılan göçmenler, küresel kapitalizmin temel yapı taşlarından biridir. Onlar adına konuşulur, kampanyalar yapılır, sloganlar atılır. Ama özneleşme yine olmaz. Tıpkı Spartaküs’ün ardındaki köleler gibi, günümüz işçileri de sadece “kurtarılması gereken” figürler olarak sistemin dışına itilir.
Köle, serbest bırakıldığı anda bile özgür olmadı; sadece statüsü değiştirildi. Çünkü özgürlük sadece zincirlerin kırılması değil, kendini özgür olarak dönüştürmektir. Bu ise tarihin hiçbir döneminde o insanlara geçmedi. Spartaküs yalnızca bir simge olarak kaldı; ardındaki binlerce bireyin kimliği hâlâ bilinmezdir. Çünkü tarih simgeleri sever, ama içsel özgürlük gerçeğini yok sayar.
III. Serf ve Feodal Tiyatronun Malzemesi
Feodal dönemde, toplumun en alt tabakasını oluşturan serfler, toprağa bağlı yaşayan ve üretim karşılığında efendisine hizmet etmek zorunda olan insanlardı. Hukuken köle değillerdi, ama özgür de değillerdi. Ne toprağın sahibi olabilirlerdi, ne de hayatlarının. Doğdukları yerde yaşar, orada ölürlerdi. Hayatlarının tamamı bir başka otoritenin izniyle şekillenirken, özgürlüğün adı ancak efendinin ağzından duyulabilirdi.
Özellikle 12. ve 13. yüzyıl Avrupa’sında, serfler büyük halk hareketlerine katıldılar. Almanya’daki 1525 Köylü Savaşı, özgürlük isteminin en kanlı örneklerinden biriydi. Ancak bu ayaklanmalar, gerçek bir özgürleşme sürecine değil, yalnızca ekonomik ve sosyal koşulların yeniden düzenlenmesine neden oldu. Serf özgür olmadı; sadece başka bir otorite biçimiyle karşılaştı.
Martin Luther, başta köylülerin taleplerine sempati duysa da, ayaklanma büyüyünce sert biçimde karşı çıktı. Çünkü özgürlük, eğer düzene karşı bir tehdit haline gelirse, savunulamaz bir hale gelir. Yani köylü, özgürlük uğruna başkaldırdığında dahi sistemin gözünde meşru bir özne değil, tehdit olarak kodlanır.
Daha sonra gelen aydınlanmacı düşünce, bireyin haklarını savunuyor gibi görünse de bu düşünceler, alt sınıfların değil, mülk sahibi burjuvanın özgürlük ihtiyacını temsil ediyordu. Serf, feodal tiyatronun dekoruydu. Onun mücadelesi, genellikle başka bir sınıfın ya da ideolojinin sahnesini zenginleştirmek için kullanıldı.
Bu durum, günümüzde de farklı biçimlerde sürmektedir. Gelişmekte olan ülkelerdeki yoksul tarım işçileri, hâlâ çok uluslu tarım tekellerinin ve gıda zincirlerinin sessiz taşıyıcılarıdır. Tıpkı serf gibi onlar da bir yerden başka bir yere hareket edemez, söz sahibi olamaz, yalnızca sistemin üretim makinesi içinde görev yaparlar. Sosyal sorumluluk projelerinde onların adına konuşulur, afişlerde yüzleri görünür ama kendileri yine konuşamaz.
Özetle, serf hiçbir zaman özgür olamadı; çünkü ona ait olan hiçbir zaman sadece ona bırakılmadı. O, tarih boyunca “özgürlüğün temsilcisi” değil, özgürlüğün ideolojik vitrinindeki figüran oldu. Özgürlük adıyla konuşuldu, ama serfin sesi hep susturuldu.
IV. Proletaryanın Manifestosu: Özgürlük mü, Materyal mi?
19. yüzyıl, sanayi devrimiyle birlikte tarihin sahnesine yeni bir figür çıkardı: proletarya. Makinenin icadı, kas gücünü disipline etti, zamana bağlı üretim, insanı bir ritme, bir şemaya, bir sisteme kilitledi. Artık insan, emeğini değil, zamanını satıyordu. Ve bu çağın en büyük vaadi, bu yeni sınıfın, yani işçinin, tarihin “özgürleştirici öznesi” olmasıydı.
Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto’da proletaryayı devrimci özne olarak ilan ettiler. Proletarya, tüm sınıfsız toplum hedefinin taşıyıcısıydı. Ama dikkatli bakıldığında, burada da özgür insandan çok, tarihsel bir “araçsallaştırma” görüyoruz. Proletarya, bir ideolojinin stratejik motoruydu; yani yine bir “malzeme”.
Marx’ın felsefesinde özgürlük, üretim araçlarına sahip olamayan insanın bu araçları kolektif biçimde denetlemesiyle mümkündü. Bu, bireyin değil, kolektif bir öznenin özgürleşmesi anlamına geliyordu. Oysa birey, bu kolektif içinde yine görünmezleşiyordu. Proletarya, bir düşüncenin maddi gücüne dönüştürüldü ama kendine dönme, sorgulama, yön belirleme hakkı yine tanınmadı.
Bu ideolojik yapı, 20. yüzyıldaki sosyalist devrimlerle kurumsallaştı. Sovyetler Birliği, Mao Çin’i, Küba gibi örneklerde proletarya adına iktidar kuruldu. Fakat bu iktidarlar, kısa sürede yeni bürokratik sınıflar yarattı. Proletarya özgürleşmedi, sadece başka bir disiplinin altına girdi. Sovyet işçisi, devrim öncesi kapitalist işçiden daha fazla çalıştı, daha az özgürleşti.
Bir diğer çarpıcı örnek, Polonya’daki Dayanışma Hareketidir. 1980’lerde işçiler, Sovyet modeli sosyalizme karşı ayaklandı. Onlar artık “proletaryanın diktatörlüğü” altında ezilmek istemiyordu. İronik olan şudur: bu işçiler hem kapitalist hem sosyalist sistemde “kurtarıcı sınıf” olarak konumlandırılmıştı ama iki sistemde de kendi özneleşmelerine ulaşamadılar.
Bugün modern kapitalizmde “işçi” terimi yerini daha steril kavramlara bıraktı: “çalışan”, “personel”, “insan kaynağı”… Bu dil değişimi, işçinin artık özgür değil, bir sistem girdisi olduğunu göstermektedir. Günümüz beyaz yaka çalışanı, fiziksel olarak serbesttir ama zaman ve dikkat hapsindedir. Ofis hayatı, 19. yüzyılın fabrikasından daha sessiz ama daha derin bir tahakküm alanıdır.
Üstelik çağdaş işçiler, bir zamanlar Marx’ın öngördüğü gibi kolektif bilinç değil, bireysel rekabet içinde konumlanmıştır. Onların özgürlük algısı, artık performans raporlarıyla, terfilerle, girişimcilikle sınanır. Yani sistem artık onların duygularını ve umutlarını da sermayeye dönüştürür. Proletarya özne değil; hayal satan sistemin psikolojik yatırımcısıdır.
Tüm bu gerçekler gösteriyor ki, proletarya da serf gibi, köle gibi, tarihin “özgürlük malzemesi” oldu. Onun adına konuşuldu, onun geleceği üzerine manifestolar yazıldı ama kendisi hiçbir zaman kendi sesini duyuramadı. Tarihin sahnesine yine bir figür çıktı; ama perde kapanınca sahnede tek başına bırakıldı.
V. Kadın ve Modern İdeolojik Tüketim: Özgürlük Maskesiyle Sunulan Yeni Tutsaklık
Kadının tarihi, uzun süre susturulmuşluğun, görünmezliğin ve araçsallaştırılmışlığın tarihidir. Ama modern çağ, bu görünmezliğe son verdiğini iddia ederek sahneye çıktı. Artık kadın, kamusal alanda, politikada, sanatta, sokakta vardı. Varlığı kutlandı. Yasa kitaplarına “eşitlik” yazıldı. Ama kadın gerçekten özgür oldu mu? Yoksa yalnızca yeni bir oyunun merkezine mi yerleştirildi?
İlk feminist dalgalar 19. yüzyılda kadınların mülkiyet hakkı, eğitim hakkı, oy kullanma hakkı gibi temel taleplerle yola çıktı. Bunlar gerekli ve sarsıcı çıkışlardı. Ancak ikinci dalga feminizmle birlikte kadının özgürleşmesi, sadece bir hukuk meselesinden çıkıp bir yaşam biçimi, bir kimlik inşası, bir “pazarlama stratejisine” dönüşmeye başladı.
Modern ideolojiler – ister liberal feminizm, ister sol ideolojik bloklar – kadını “özgürleştirdiklerini” söylerken, onu yeniden tanımladılar: Bu kez eski ataerkinin değil, ideolojik yapının hizmetkârı olarak. Kadın artık eve değil, sisteme aitti. Artık anne değil, kampanya yüzüydü. Artık eş değil, istatistikti. Kadın için her şey yazıldı, her şey söylendi – ama kadın kendi kelimelerini konuşmaya başlayamadı, susturulmanın başka yolları devreye girdi.
Reklamcılık, medya ve dijital kültür, kadını “özgür kadın” imgesiyle süsledi ama bu imge, büyük bir tüketim fantezisinin içindeydi. Özgür kadın, ne giydiğini seçen, vücudunu istediği gibi kullanan, kendi kararlarını veren bir figür olarak sunuldu. Ama bu “özgürlük”, sermaye düzeninin kodlarıyla tanımlanmıştı. Kadın istediğini giysin, ama hep “bedenini satılabilir” hale getirsin. İstediğini düşünsün, ama hep “uyumlanabilir” kalsın.
Kadın, özgürleşmedi; yeniden paketlendi. Bu sefer “güçlü kadın” kimliğiyle. Ancak bu güç, sistemin belirlediği sınırlar içinde işlevseldi. Girişimci kadın, kariyer sahibi kadın, anne olmayı yeniden tanımlayan kadın… Bütün bu yeni roller, özgürlük değil, yeni yükler getirdi. Kadın özneleşmedi; sadece yüklerin biçimi değişti.
Özellikle sosyal medya, bu çağın en büyük “özgürlük vitrini” oldu. Kadın artık görünür ama özgür değil. Yüz binlerce kişi onu izliyor ama sesini duymuyor. Paylaştığı imajlar, özgürlük hissi yaratıyor ama içsel gerçeği susturuyor. Kadın burada hem meta, hem tüketici. Bu çift yönlü tutsaklık, onu görünürlük ile yokluk arasında sıkıştırıyor. Artık bastırılmıyor; sürekli teşhir ediliyor.
Üstelik bu süreçte, kadının erilleşmesi teşvik edildi. Kadın artık erkek gibi güçlü, erkek gibi stratejik, erkek gibi başarı odaklı olmalıydı. Oysa gerçek özgürlük, bir cinsiyeti taklit ederek değil, kendi varlık alanını tanıyarak ortaya çıkar. Kadın yeniden başkasının kurgusuna göre şekillendirildi. Bu sefer mitolojik tanrıçalar değil, CEO kadınlar, rol model anneler, akademik süper kahramanlar trend yapıldı. Hepsi bir araya geldi ve kadının gerçekliğini değil, sistemin hayalini temsil etti.
Bu çağın “kadın liderleri” de bu sistemin içinden konuştu. Onlar da kadınlığı, geçmişteki erkek liderlerin kullandığı yöntemlerle tanımladı. Yani kurtarıcı olmak isterken, yeni bir otoriteye dönüştüler. Kadını birey değil, proje olarak gördüler. Kadınlık, özgürleşilecek bir mahkumiyet gibi sunuldu. Oysa bu bir varoluştu, sistemin yeniden tanımlamasına açık bir mülkiyet değil.
Ve kadın sustu. Tüm bu görünürlüğe, konferanslara, zirvelere rağmen gerçek kadın – hisseden, gören, derinleşen kadın – hiçbir zaman konuşmadı. Çünkü konuştuğunda onu kimse duymuyordu. Kadın sadece “temsil” edildi. Ama kendisi hiçbir zaman kendisi olamadı. Ne geçmişin erkeği kadını gördü, ne bugünün ideolojisi.
Sonuç? Kadın, çağdaşlığın en büyük tüketim malzemesine dönüştürüldü. Reklamlar, politik söylemler, dijital içerikler ve kimlik politikaları onun adına konuştular ama onu yine araç kıldılar. Kadın, bu çağın “en parlak tutsaklığı” içinde yeniden kayboldu.
VI. Gerçekler ve Özgürlüğün Sessizliği: Dağa Çıkan Kadın ve Yine Susturulan Ses
Tarihin her döneminde, özgürlük umuduyla harekete geçen kadınlar, farklı biçimlerde sahneye çıktı. Ancak 20. yüzyılın sonlarına doğru kadın, sadece sözle değil, silahla da görünürlük kazandı. Bu kez dağlara çıktı. Gerilla hareketlerine katıldı. Erkek egemen yapılara başkaldırmak, geleneksel yaşamın zincirlerini kırmak, bedeni ve geleceği üzerinde söz sahibi olmak istedi. Ama bu adım, sanıldığı kadar özgürleştirici olmadı. Çünkü özgürlük yine bir ideolojiye bağlandı, yine bir “kurtarıcı yapı”ya emanet edildi.
Kadın, bu kez erkeklerle eşit savaşan bir figür olarak sunuldu. Aynı eğitimi aldı, aynı disipline tabi oldu, aynı komut zincirine bağlandı. Kıyafet değişti, mekân değişti, semboller değişti ama içsel yapı değişmedi. Dağ, yeni geleneklerin kurulduğu başka bir aileydi. Dağdaki kadın, köydeki veya kentteki kadına göre “daha cesur” görüldü ama aslında farklı bir itaate yöneldi. Erkeklerden emir aldı, emir verdi ama özgür olmadı.
Gerilla hareketleri, kadınları “devrimin onurlu neferleri” olarak yüceltti. Ama yine, bu devrimlerin özgür kadını yoktu. Kadının yaşamı değil, kadının ideolojik rolü tanımlandı. Kadının duruşu bile bu hareketler içinde “devrimci ahlak” üzerinden kontrol edildi. Aşk bile, disiplinle yönetildi. Kadın bedeni özgürleşmedi; sadece “devrime adanmış beden” haline getirildi.
Üstelik dağa çıkan kadın, sisteme değil; kendi kadınlığına da savaş açmak zorunda kaldı. Hassaslık, duyarlılık, annelik gibi doğanın ona kattığı tüm titreşimler, “zayıflık” olarak tanımlandı. Böylece kadın, sadece sisteme değil, doğasına da yabancılaştı. Kadın özgürleşmek isterken, kendi kendisinin inkârına sürüklendi. Yasal alanlarda farklı farklı kimliklerle hareket eden kadın da aynı döngü de ilerledi.
Bu örnekleri sadece bir coğrafyayla sınırlamak da yanlış olur. Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, Asya’dan Afrika’ya kadar birçok direniş hareketinde kadına benzer roller biçildi. Hemen hepsinde ortak olan şey, kadının kahramanlaştırılarak yine araçsallaştırılmasıydı. Onun acısı, fedakârlığı, cesareti yüceltildi – ama bu yüceltme, özgürleşme değil, ideolojik kutsanma yarattı.
Ve sonra savaşlar bitti. Ya da bitmedi ama biçim değiştirdi. Dağdan inen veya orada yaşayan kadın, kendine dönmek istediğinde bir boşlukla karşılaştı. Çünkü onun kimliği, artık sadece mücadeleyle anılıyordu. “Kadın” olmak değil, “kadın gerilla”,” kadın siyasetçi”,” sanatçı, yazar” vb. olmak bir kimlikti. Bu kimlik ise kadının çok yönlü doğasını değil, ideolojik rolünü temsil ediyordu. Kadın yine kendisi olamamıştı. Yine sadece bir hikâyenin içindeki “onurlu figür” olmuştu.
Gerçek özgürlük, eylem yapan değil, eylemin anlamını kendi içinde kurabilen ve görebilen varlıktır. Kadın, ne zaman ki kendi sessizliğini dinlemeye başlar, kendi doğasını ideolojiden, gelenekten ve sistemden arındırarak duyumsar; işte o zaman özneleşmeye yaklaşır. Özgürlük, bir karşı duruşla değil; kendini görerek başlar. Bu sessizlik, susmak değil, görünmeyen derinliği fark etmektir.
Son söz:
Kadın, köle, serf, işçi, gerilla… Hepsi bir tarihsel oyun içinde yer aldı. Hepsi adına konuşuldu, onlar için manifestolar yazıldı, afişler asıldı, şiirler okundu. Ama her seferinde gerçek ses susturuldu. Çünkü bu tarih, özneyi değil, malzemeyi sevdi. Şimdi ise belki en radikal eylem, bağırmak değil, bu sessizliğin içine bakabilmektir. Özgürlük, artık kendini görmeyi, bilmeyi ve kullanılmamayı seçmekten geçiyor.