Murat Aras
Bir toplumun çöküşü, yalnızca ekonomik krizlerle ya da adaletin işlememesiyle başlamaz. Asıl yıkım, insanın insana duyduğu güvenin yerini korkuya bıraktığı anda başlar. Türkiye toplumu da ne yazık ki uzun süredir bu batakta, yavaş ama derin bir çürümeyle karşı karşıya.
Artık çürümüşlük, münferit olayların ötesine geçti. Sistematikleşti. Normalleşti.
Agresiflik, gündelik hayatımızın sıradan bir parçası haline geldi. Trafikte yol isteyen, markette sıra bekleyen ya da sosyal medyada farklı bir fikir dile getiren kişi, anında hakaretle, tehditle hatta şiddetle karşılaşıyor. Tahammül sınırımız sıfıra inmiş durumda. Artık fikrine değil, yumruğunu sıkana saygı gösteriliyor.
Rüşvet, neredeyse bir refleks haline geldi. “Tanıdık olmadan iş yürümez” anlayışı, hayatın her alanına sirayet etti. Adaletin, emeğin ve liyakatin yerini ilişki ağları ve zarflar aldı. Bu düzeni bir yol değil, zorunluluk olarak gören bir nesil büyüyor.
Şiddet ve zorbalık, artık sadece mafya dizilerinde değil; sokakta, okul önünde, resmi kurumlarda bile sıradanlaştı. İnsanlar haklarını hukukla değil, kaba kuvvetle arıyor. Hırsızlık artık yalnızca parayla sınırlı değil; umutlarımızı, güvenimizi ve yaşam sevincimizi de çalıyorlar.
Adam dövme, linç etme gibi eylemler “hak arama” biçimi olarak meşrulaştırılıyor. Bireysel silahlanma ise bir salgın gibi yayılıyor. Kimin cebinde silah olduğunu kestirmek zor; çünkü tetik hafif, öfke ağır.
Ve evet… Fuhuş.
Artık karanlık sokakların değil, telefon ekranlarının ortasında. Sosyal medya platformlarında, lüks hayat kisvesi altında sunulan yaşamlar, başka bir gerçeği gizliyor. Marka çantalar, beş yıldızlı otel odaları, pahalı yemekler, gösterişli gülümsemeler… Pek çoğu parayla değil, bedelle yaşanıyor.
Kiralanmış bedenler, satılmış ruhlar, sponsorluk adı altında kurulan kirli ilişkiler... Bunlar yalnızca birer bireysel tercih değil; toplumun göz göre göre kurduğu, sessizce onayladığı sistematik bir sömürü düzeni.
Ve kimse sormuyor: “Bu hayat tarzı nasıl mümkün oluyor?”
Çünkü sorular rahatsız edicidir.
Çünkü soran, izleyen olur; izleyen ise bir noktada suç ortağı.
Burada kirlenen sadece beden değil.
Normalleştiren biziz:
Beğenen, takip eden, imrenen, özenen herkes.
Bu artık sadece ahlaki bir mesele değil; bir toplumsal intihardır.
Çaresizliğin, eğitimsizliğin ve yoksulluğun makyajlanmış halidir.
Ve bu makyajın adına "özgürlük" diyoruz.
Kimi zaman “kadının bedeni kendine aittir” diyerek meşrulaştırıyor, kimi zaman “herkesin hayatı kendine” diyerek sorumluluktan kaçıyoruz.
Ama gerçeği görmezden gelmek onu ortadan kaldırmaz.
Çünkü o hayatların arkasında çoğu zaman borç var, şiddet var, tehdit var, çöküş var.
Ve en acısı, bu çürüme artık rol model haline geldi.
Genç kızlar, üniversite ya da meslek yerine “sponsor” arayarak kurtuluş umuyor.
Beden, ruh ve zihin birer meta haline geldi.
Sadece namus değil, umut da pazarlanıyor.
Ve en korkuncu: Artık hiçbir şey bizi utandırmıyor.
Toplumsal, ahlaki ve insani kodlarımız bir bir eriyor.
Kimseye güven kalmamış.
Komşuluk, arkadaşlık, aile gibi en temel değerler bile çıkar ilişkisine dönüşmüş durumda.
Toplum çürüyor. Çünkü bu çürümeye "normal" diyoruz.
Çünkü “ben karışmam” kültürüne sığınıyoruz.
Ama bu bataklık hepimizi içine çekiyor.
Susarsak, hiçbirimiz kurtulamayacağız.
Yine de umut tamamen yok olmuş değil.
Yozlaşmanın ortasında hâlâ temiz kalmaya çalışan vicdanlar var.
Onlara tutunmalı, onları çoğaltmalı, insanlığın kalan kırıntılarını savunmalıyız.
Unutmayalım:
Çürümenin tam ortasında temiz kalmak, artık bir direniştir.