Gölgeden göz’e: İlk sezginin kıvılcımı… İnsan mağaradan yalnızca dışarı değil, içeriye doğru da yürüdü. Gördüğü ilk ışık, yalnızca bir güneşin değil, sezginin ışıltısıydı. Avına yaklaşan bir yırtıcının sabrından öğrendi. Bir karıncanın toprağı delip geçen ısrarında kendini buldu. Taşa dokundu; onun sessizliğinde saklı zamanı duydu. Ateşle karşılaştı, hem yakmayı hem korumayı aynı anda öğrendi. Doğa ona öğretmendi, ilk bilgiyi konuşmadan fısıldayan bir varlıktı.
Doğanın fısıltısına kulak veren ilk bilinç… İlk insan, doğayı sahiplenmedi. Onu taklit de etmedi. O doğanın kendisiydi. Ağaçlar nasıl kökleniyorsa, o da öyle kök saldı toprağa. Su nasıl kıvrıla kıvrıla yol buluyorsa, o da öyle aktı zamanın içinden. Bir arının çiçekle olan dansı, onun için bir ders niteliğindeydi. Toprağa düşen bir yaprak, sadece bir son değil; yeni bir başlangıcın sessiz işaretiydi. İnsan gözlemliyordu. Ama bu gözlem bilgi üretmek için değil, birlik hissini sürdürebilmek içindi. Bilmek değil, duymak istiyordu. Ve doğa da buna izin veriyordu. Saklamıyordu sırrını — ama sessizdi. Sırrı yalnızca sessizliğe sabredebilene açılıyordu
Toprağın hafızasında yazılı bilgelik… İnsan, toprağa dokundukça geçmişine indi. Her iz, her koku, her taş bir öğretmen oldu. Balı keşfeden sadece arı değildi artık; insan da tatlıya varmanın yolunu kavradı. Gözlem yalnızca öğrenmek değil, aynı zamanda katılmaktı. Tohumu gömen el, onu sadece toprağa değil, zamana da teslim ediyordu. Sabır, doğayla kurulan ilk sözleşmeydi. Ortaklık ise bu sessiz anlaşmanın doğurduğu en kutsal bağ.
Kendi yıkımına tanık olan tür… İnsan yalnızca doğaya değil, kendi öz doğasına da ihanet etti. Unuttuğu her şey, içindeki boşluğu biraz daha büyüttü. Enerji alanı daraldı. Bedenini tanımaz oldu. Sezgileri köreldi, duyguları parçalandı. Toprağı unuttuğu gibi, kendini de unuttu. Kurduğu şehirler göğe yükseldikçe, içindeki boşluk da derinleşti. Ama ne bir bina, ne bir yasa, ne bir teknoloji o boşluğu dolduramadı. Çünkü o boşluk doğadan değil, doğayla kurulan bağdan oluşuyordu.
Hatırlayışın çürümesi: gözlemin yerine hüküm geçtiğinde… Ne zaman ki insan, gözlemi kontrol etmekle karıştırdı; ne zaman ki var olmak yerine sahip olmaya başladı; o kadim ortaklık çatladı. Tohumu toprağa gömen el, artık sabırla değil; hasat hayaliyle gergindi. Hayvana bakan göz, artık onun yaşam döngüsüne değil, kas yapısına odaklıydı. Ateşi korumak isteyen el, şimdi onu silaha çevirmeye hevesliydi. İnsan, doğayı izlemeyi bırakmadı ama artık onu dinlemiyordu. Çünkü amacı anlamak değil, ele geçirmek olmuştu. Bilen insan yerini hükmeden insana bıraktı. Ve bilgi, bilgelikten koptuğu anda kirlenmeye başladı. Sirkler kurdu… Doğanın temsilcilerini zincire vurup, onları alkışlattı. Gücü anlamaktan değil; gösterişten beslendi. Ve her gösteri bir hakikatin celladı oldu.
Gökyüzüne dikilen hırs: yeryüzüne ihanet….Zamanla insan yalnızca bakmamayı, bakarken de sahip olmayı seçti. Toprağın hafızasını yağmaladı, gökyüzüne göz dikti. Suya baraj, rüzgâra çark, ağaca kesik oldu. Doğadan öğrendiklerini doğaya karşı kullandı. Suyu akıtan nehir değil, iradesiydi artık. Ormanı gölge değil, malzeme olarak gördü. Gelişim dediği şey, doğadan kopuşun süslü adıydı. Oysa her kopuş biraz daha kör ediyordu gözünü.
Sessizliği bastıran çığlık: Tahakkümün doğuşu… İnsan doğayı dinlemeyi bıraktığında, kendi iç sesini de unuttu. Hayvanları eğlenceye, ormanları parka, denizi metaya dönüştürdü. Sirkler kurdu; alkışlanan her aslan çürüyen bir vicdanın simgesiydi. Horoz dövüşlerinde kaybettiği şey sadece kan değil, sezgiydi. Gözlemle var olan bir tür, artık gösteriyle yaşamaya başladı. Ve gösteri büyüdükçe gerçek küçüldü, ruh sessizce geri çekildi.
Bilgiden bilgeliğe uzaklaşmak… İnsan bilgiye ulaştı, ama bilgeliği yitirdi. Gözlemlemeyi bıraktı, ölçmeye başladı. Sezmek yerine hesapladı. Anlamak yerine hükmetti. Bilgiye sahip olmak, artık onun doğaya hükmetme kılıfıydı. Ne öğrendiğinin değil, nasıl kullandığının önemi vardı. Oysa bilgeliğin ilk şartı, bilginin haddini bilmektir. Bu sınır kaybolunca, insan kendine bile yabancılaştı.
Kendi gölgesinde yitip giden varlık… Doğadan kopan insan, kendi iç doğasını da yitirdi. Ruh, toprağın ritminden koptu. Ses, doğanın titreşiminden uzaklaştı. Enerji alanı bozuldu, sezgi kapanmaya başladı. Ne avladığı hayvanı onurlandırdı, ne ektiği tohumu kutsadı. Doğa onun aynasıydı; aynayı kırdığında yüzünü de unuttu. Artık neye benzediğini bilmiyor, neye dönüşeceğini de hissedemiyordu.
Unuttuğun kaynaktan yeniden doğmak… Ey insan… Şimdi bu hükümdarlığın ortasında, sor kendine: Kimden ne öğrendin? Doğa sana konuşmadan öğretti; sen bağırarak susturdun. Sessizliğin dilini unuttuğunda, içindeki bilgeliği de kaybettin. Şimdi… her şeyin üzerine beton döktüğün bu çağda, hala toprağın altından fısıldayan bir bilgi var. Yeter ki dinlemeyi yeniden hatırla. Yeter ki gözlemde kalmayı, paylaşmayı, birlikte var olmayı unutma. Çünkü kurtuluş gelişmekte değil; hatırlamakta.
Dönüş: hatırlamanın içten gelen çatlağı.. Şimdi… Yeniden sorulması gereken o ilk soru yankılanıyor: Kimden ne öğrendinn… Bu sorunun cevabı toprakta, suya düşen gölgede, rüzgârın taşıdığı yaprakta gizli. İnsan hatırlamalı: Öğretmen doğa hâlâ burada. Sadece konuşmuyor. Bekliyor. Sezmeni, durmanı, yeniden duyumsamanı bekliyor. Dönüş, geçmişe değil — öz’e doğrudur. İnsanın yeniden gözlemleyen, dinleyen, hisseden hale evrilmesidir. Tekrar öğrenci olmayı kabullenmesidir. Toprakla, hayvanla, suyla, gökyüzüyle kurulan gönül bağına dönmesidir. Ve bu dönüş teknolojiyi reddetmek değil, onu doğanın frekansına hizalamak demektir. İnsan doğaya hükmetmeye çalışmayı bıraktığında, doğanın ona sunduğu gerçek hüküm — içsel özgürlük — kendiliğinden açığa çıkar.
Son cümle: Unutulmuş bilgeliğin yankısı… İnsan, unuttuğunu hatırladığında… Doğa yeniden konuşmaya başlar. Ama bu kez dışarıdan değil, içerden.