Bir ömür adanmışlık, sonrası pişmanlık
Bu yazı, daha çok sevgiyle kucakladığım kız kardeşlerim için.
Çoğunlukla biz kadınlar, kaideyi bozmayacak kadar da erkekler için…
Daha küçük yaşta yüklenen misyonlar, bilinçaltımızda bizi geleceğe hazırlamaya başlamıştır bile.
Kadın olmak.
Eş olmak.
Anne olmak.
Edepli olmak.
Babadan ya da kocadan gelen soyadını onurla taşımak.
Ve fedakâr olmak…
Anne, baba, eş, kardeş, çoluk çocuk… Hepsi için her şeyi yaptık.
Kol kırılsa da yen içinde tuttuk.
Tanıdık duygular değil mi?
Ama bazılarımız burada da durmadı.
Ne kadar çok feda edersek o kadar seviliriz sandık.
Öyle olması gerektiğine inandık.
Önceliklerimiz hep başkalarından sonra geldi.
Ve sahip olamadığımız her hayal, sessizce içimizde bir bataklığa dönüştü.
“Yine de olsun” dedik.
“Onlar mutlu ya, ben de mutluyum.”
Çünkü bu bizim en büyük görevimizdi.
Analığımız, kadınlığımız, özverimiz takdir ediliyorsa ne büyük gururdu.
Bir de çalışıyor, ekmek tutuyorsak elimizde, görevimiz iki katına çıkıyordu.
Ama sorun yoktu…
Varlığımız armağan değilmiş gibi, yaratılışımız buymuş gibi…
Buraya kadar ne kadar tanıdık, değil mi?
Ama sonra…
Bir bakmışsın, zaman geçmiş.
İçindeki bataklık büyümüş.
Dizlerine kadar çamura batarken çırpınmak zorunda hissedersin kendini.
Başkalarının mutluluğu artık eskisi kadar huzurla doldurmaz kalbini.
Yavaş yavaş “imdat” sesleri çıkar ağzından.
Ama nasıl yapacağını da, nasıl yardım isteyeceğini de bilmezsin çoğu zaman.
Alışılmışın dışına çıktığında duyulmadığını fark etmek öfkeyle doldurur içini.
Bastırdığın tüm duygular, karşılığını alamayan fedakârlıkların seni sen olmaktan çıkarır.
Sesin yükselir, pişmanlıkların boyunu gösterir.
Ve etrafındakiler buna anlam veremez.
Çünkü bu sen değilsin.
Sorgulamazlar da: “Böyle olmak istedin mi?”
Çünkü onlar, senin sağladığın o konforun içinde çoktan yolunu çizmiştir.
Ve tokat gibi gelen cevap şudur:
“Yapmasaydın.”
İşte o an, kendine gelirsin.
Birçok şey için geç kaldığını fark eder, bataklığını kendi kendine kurutman gerektiğini anlarsın.
Bunu yaşayan binlerce kadını görmek, duymak, pişmanlıklarını işitmek hiç de uzak gelmiyor, değil mi?
Hayatını başkaları için adayan, kendini hırpalayan…
Bununla mutlu olduğunu sanan, ertelenmiş hayalleri için yeniden ayağa kalkmaya çalışan…
“Ben de buradayım.
Bu benim sesim.
Nasıl çıkaracağımı bilmiyorum ama… Sen duy beni.”
İşte bu yazı, onlara seslenişimdir.
Varlığının bir ispata ihtiyacı yok.
Sen buradasın.
İncilmiş ruhuna…
Büyütülmemiş çocukluğuna…
Okşanmamış saçına…
“Nasılsın?” diye sorulmamış kalbine sesleniyorum:
Seni duyuyorum.
Seni görüyorum.
Örselenmiş kalbinden şefkatle öpüyorum.
İyi ki varsın.
Ve artık sıra sende: Sesini duyur, hayalini yaşat.