Hiç fark ettiniz mi, artık kimse “acelem yok” demiyor.
Her şey bir yerlere yetişme telaşında: mesajlar, işler, bildirimler, teslimatlar, biz…
Sanki dünya hızlandıkça, biz biraz daha yavaşlıyoruz. Ya da belki, içimiz yavaş kalıyor; dışımız, dünyanın temposuna ayak uydurmaya çalışıyor.
Bir zamanlar gün batımını izlemek bir etkinlikti. Şimdi, o anı paylaşmak için telefona uzanıyoruz. Çoğu zaman o güzel görüntüye değil, ekranın parlaklığına bakıyoruz. “Ya bu anı kaydedemezsem?” korkusu, “ya bu anı yaşayamazsam?” sorusunun önüne geçti.
Zamanın kendisi değişmedi aslında; ama onu kullanma biçimimiz kökten değişti.
Eskiden dakikalar uzun, günler dolu gelirdi. Şimdi ise günler kısaldı, ama yapılacaklar listesi hiç bitmiyor. Ve ironik biçimde, teknolojik kolaylıklar arttıkça, rahatlama süremiz azaldı.
Bir tuşa basarak dünyaya bağlanıyoruz ama çoğu zaman kendimize bağlanamıyoruz.
Belki de artık yavaşlamayı öğrenmeliyiz.
Bir kahveyi acele etmeden içmeyi, bir yürüyüşü kulaklıksız yapmayı, bir sohbette sessizliği bile hissetmeyi…
Çünkü gerçek “ilerleme”, bazen durup bakabilmektir.
Bir anın içindeyken, başka bir yerde olmayı istememektir.
Teknoloji bize zamanı kazandırdı ama zamanın kıymetini unutturdu.
Belki de yeniden hatırlamanın zamanı geldi.