Bir zamanlar beklemek, insanı olgunlaştıran bir eylemdi. Otobüs durağında, postadan mektup beklerken ya da bir sevdiğinle buluşma saatini sayarken… Beklemek, insana sabrı, umudu ve özlemi öğretirdi. Şimdi beklemek tahammül edilemez hale geldi. “Yükleniyor” yazısını görmek bile sinir krizi sebebi.
Artık hiçbir şeyin tadını çıkarmıyoruz; çünkü her şey çok hızlı geliyor, çok çabuk bitiyor. Hız çağında yaşıyoruz ama aslında acelecilik çağında kaybolduk. Bir diziyi tek gecede bitiriyoruz, kahvemiz iki dakikada hazır, haberler saniyeler içinde yayılıyor… Peki ruhumuz buna yetişiyor mu?
İlginçtir, teknoloji hayatı kolaylaştırdı ama anlamı azalttı. Mektupların yerini “görülmeyi bekleyen mesajlar”, fotoğraf albümlerinin yerini “kaydır geç” kültürü aldı. Hız, bir alışkanlık haline geldi ve şimdi hiçbir anın içinde tam olarak duramıyoruz.
Oysa insanın kendine, sessizliğe ve yavaşlığa da ihtiyacı var. Çünkü zaman sadece geçmez; yaşanır, sindirilir, hissedilir. Bir çayın demlenmesi, bir müziğin son notasına kadar dinlenmesi, bir sohbetin laf arasında kaybolmaması… İşte bunlar gerçek zamanlardır.
Belki de en büyük lüks artık “yavaşlamak”.
Bir kahveyi acele etmeden içebilmek, telefonu kapatıp bir saati sessizlikle geçirmek, hiçbir yere yetişmeye çalışmamak. Çünkü zamanın tadı, hızla değil, farkındalıkla çıkar.
Şunu unutmamak gerekiyor:
Zaman, bize değil; biz zamana karışıyoruz.
Ve belki de yeniden insan olmanın yolu, biraz yavaşlamaktan geçiyor.