Murat Bozkurt
Kendime de kedime de çok güvendim ve bu aşk masasına oturdum seninle…Aşkın pazarlığındayım? Demokrasi mi, insan hakları mı; yoksa aşkımıza baron başkanlar mı kazanacak bilemiyorum! Çok denklemli imkansız bir aşkın ortasında gözlerindeki camiide aykırı bir tsunamideyim…Aşk sürecinden barış sürecine evriliyorum ve suç-ceza olarak yetmişlik bir adama kurban sunulan on yedilik bir kız gibiyim…Kuşlar mavi, çakallar pembe artık!
Ben seni seviyordum, sense hep İstanbul olmak istiyordun güzelliğinle, egonla…
Oysa ben senin Amed güzelliğini seviyordum.
Ve bir gönülde iki şehir mezarlığı olmaz diyordum hep sana…
Sen artık , İstanbul’a özentili bir şehirdin ve kendinden başka herkestin.Herkese başkenttin.
Aşkının miadı dolmuştu.
Ve artık bu aşk kaoslarla, silahlarla yürümezdi.Silahlara ve aşkına veda zamanı…
Bitmedi, sürüyor bu mücadele.
Ve sürmeye devam edecek yeryüzü sen oluncaya dek…
Ama bitti artık.
İstersen kabul et, istersen etme:
Yeni bir mezarlık açıyorum.
Ve seni kilitliyorum oraya…Btün kapıları üstüme kilitleyerek ve
hem de seni diri diri yakarak.
Zılgıtlarla…
Seni de, aşkını da, silahları da kalbime gömerek.
23 Haziran.
Bebeğin cinsiyetini öğrenme partisindeyim.
Düşlerim yorgun, aynalarım paramparça.
Hayallerim kırık dökük, uçan kaplumbağalarımın boynu bükük.
Ben bu derde düşeli, hayat gerginlikler üzerine kurulu.
Kimin eli kimin cebinde belli olmayan bir dünyada,
sensizlik üzerine basket atmaya çalışan biriyim artık.
Bu insanlar neden bu kadar gergin?
İstanbul’u fethedecek bir Fatih misin sen?
Yoksa Fatihler doğuracak, doğurtacak yaşta bir peri masalı kahramanı mı?
Peki bu kadar İstanbul sevdalısıysan,
kaç gönül fethettin bugüne dek, ey gafil?
Yoksa haberim yok da İstanbul mu düşüyor artık
gönüllerden, gözlerden?
Yahut sen misin İstanbul?
Herkes seni mi fethetmek istiyor?
Bu ne ego, bu ne kibir, bu ne bencillik diyorum…
Ama dünya da benim eksenimde dönüyor,
Kürtler kendi kaderini belirlerken.
Bak “Gergin-sen”, düşmanlık yaparsan,
basketi “Ataman” sen unutma:
Ancak acı çekersin.
Acılardan seçim yaparsan,
Acıların Çocuğu Emrah olursun,
ya da Acıların Kadını Bergen sendromunda
yalnızlığa bayram yaşarsın.
Mavi bir balon, pembe bir balondan ibaret hayat.
Ve ben…
Sen yoksun.
Ama zor belleme ölümü.
Kafam seçimle aşk arasına sıkışmış.
Zonkluyor.
Elazığ Deliler Hastanesi’nden notlar taşıyorum cebimde.
Sen mavi, ben pembe.
Cinsiyetler değişmiş, açıklamalar yer değiştirmiş.
Tanrı böyle buyurdu Zerdüşt diyen Nietzsche de yok artık.
Peki şimdi kim buyuracak bize ne yapacağımızı?
Bilemiyorum.
İstanbul’u mu fethedeceğim,
yoksa seni mi?
Seni teninden ve yeniden mi fethedeceğim,
yoksa tarafsız bölgede, arafta kalıp
sadece gözlerine mi bakacağım uzaktan uzağa,
düşerek ve aldanarak her tuzağa,
acı köşemde?
Her seçim acıya gebe…
Ve ben hep seçimlere.
En iyisi particilik oyunu.
Bebeğin cinsiyetini öğrenme partisindeyim yine.
Yupiiiiiii!
Haydi çalsın sazlar, oynasın kızlar!
Eyvah eyvah bana.
Vatanımı çaldırdım.
Yetmedi, kalbimi de çaldırdım.
Ben seçimsiz kaldım, seçenim yok.
Maviye gönül verdim,
pembe de yakışıyor her gence…
Ama gel gör ki hiçbir seçim vaadinde
“Sevenler kavuşacak”
ya da
“Aşık olanlar ayrılmayacak” denmiyor.
Ama sen yine de saçlarını
deli gönlüme bağlamışsın,
çözülmüyor Mihriban…
23 Haziran’da balonlardan biri patlayacak.
Dolar yine gevşekliğe uçkur çözecek,
altın gevrek gevrek kahkaha atacak.
23 Haziran’a ramak kalmış,
kör Nadir Amcamın tabağı yine boş kalmış.
Ben ise “Acı çekmek özgürlükse,
ikimiz de artık özgürüz” modunda mektuplar açıyorum.
Ama hiçbir mektup sen yazmıyor.
Hepsinden sadece titrek ve tırrek bir yürek modunda “ittifak” çıkıyor.
Bizse inadına ittifaklara meydan okuyoruz,
Aşksızlar durağında “inecek var” diye.
Mavi mi çıkacak, pembe mi?
Pembe mi çıkar, mavi mi?
Biliyorum.
Duyuyorum.
Görüyorum.
Ama gel gör ki körüm, sağırım…
Ve hiçbir hayalim yok.
Çünkü sen yoksun.
Sırf sen yoksun diye dört yaşındayım,
ve körüm.
Hiçbir hayalim yok üstelik.
Hiçbir hayal kuramıyorum artık.
Tek hayalim kalmış:
Kalbimin en derininde uyutmak ve unutmak seni
türkülerle,
belki de zılgıtlarla…
bir cenaze marşında.
Ne geçmişimi,
ne geleceğimi,
ne de aslımı inkâr ettim.
Etmem.
Yeminler olsun kuru tahtaya—
pardon, kuru soğana ya da ne bileyim kuru ekmeğe!
Acım varsa acımı yaşadım,
yasım varsa yaşımı tuttum.
Acıyı bal eyledim, ölümü yar eyledim.
Güzel olanı sevdim sadece.
Gidene göbek atmadım,
kalana yas tutmadım.
Şerefsizi sevmedim,
zalime minnet eylemedim.
Oyum kendime.
Ya da kedime…
Acılar nasıl onurumsa,
oyum da onurum dedim.
“Biz de bilirdik İstanbul’u satın alacak kadar zengin olmayı.
Ama pezevenklik yapmadım.” modundaydım hep,
Yılmaz Güneyvari.
Uykuma sızan uyku hırsızı kahpe kahkahalarla değil,
kaplumbağa misali de olsa
onurumla yaşıyorum geleceği, geçmişi,
ve dahi seçimlerimi de, seçilmelerimi de.
Bizim mahalle imamının oğlu da okula başlamış,
“Ali ata bin” diyor ilk okuma denemelerinde.
İçimde ince bir sızı.
Binmem de binmem, diye tutturmuş Ali.
Bütün atlar bize binmişken,
filler çimlerde üstümüzde tepişirken.
Bütün sınıf “Bin, Ali! Ata bin!” diye tempo tutarken
bir oydan ne olacak ki diyen tatilciler
direnişi kırmaya sevişiyor.
Burnumuzun direğinde bir gemi,
yelkenlerini sallandıran meni bataklığında süzülüyor.
Üfff, kafan karışık değil mi?
Benim de.
Neyse…
Sen düşünedur nasıl bir seçim yapacağını.
Kime oyunu vereceğini.
Hiç kimse seni seçmezken,
sen de kimsesiz kalmışken üstelik.
Ben de gidip oyumu kendime vereyim artık.
Kendi kendime. Kendi kendime…
Ha, unutmadan…
Elazığ Akıl Hastanesi’nden selam var sana.
Bütün akıl hastaneleri ve deliler kardeştir; ayrım yapan akıllılar kalleştir.
Ve hâlâ…
Kalbimin en derinlerindesin.
Aşk Bodrum’da yalansa da ve sen bana ben sana özelsem de …
Aşk ve barış için her şey güzelim…Ölsem de…